Takıntılı

434 31 5
                                    

7 saat 15 dakika 17 saniye. 

7 saat 15 dakika 18 saniye.

7 saat 15 dakika 19 saniye....

Zaman beklemiyordu, bir kalp atımı süreydi yaşam. Yaşamım onun için pompalamıştı tüm kanı. O ise varımı yoğumu alıp gideli tam olarak 7 saat 15 dakika 28 saniye olmuştu şimdi. Tik, tak. Tik, tak. Yürüdüğümüz kaldırımlarda her adımla bir nefes eksiliyordu ömrümden. Her suskunlukla saat yalnızlığı bir dakika daha geçiyordu. Eksikliği kadar yakmamıştı görüntüler canımı. Onsuz da nefes alıyordum elbet ama bedenim kalbimi merkez alıp çürümeye başlamış gibiydi. Ağzımdan çıkan her sözcük yıllardır güneşin altında bekleyen süt kadar koyu kıvamlı ve kokuşmuştu. Yeni anlamıştım, felaketin üzerine kurmuştuk aşkımızı biz, bunun üzerine sadakat; ölü ve kanla kaplı çıkmıştı kasıklarımızdan. Son kez rotamızı belirleyemeyecek kadar kayıptım ve Andreas, havadaki kesif keder kokusundan oksijeni ayırıp içine çekemiyormuş gibi zorlukla nefes alıyordu. Bir apartmanın girişine oturduk ve sözleşmiş gibi başlarımızı ellerimizin arasına aldık. Nefesimin göğüs kafesime tıkılıp kaldığını, yerin altımdan kaydığını hissettiğimde başımı dizlerimin arasına sıkıştırıp nefeslerimi burnumdan alıp elimden geldiğince sakince ağzımdan verdiğim kısa bir döngü oluşturdum. Xavier gitti gideli nefes almayı bile kendime hatırlatır hale gelmiştim. Nefes almalısın Eliza, şimdi yemek ye Eliza gibi basit komutlara indirgemiştim hayatımı. Ölmenin bir seçenek, kurtuluş olmadığını öğrenecek kadar çok şey yaşamıştım. Sadece bir köşede kıvrılmak istiyordum ama kimse buna izin verecek gibi durmuyordu. Babama telefonda en son "İki aya kalmaz eve dönüyorum, yorgunum" demek istemiştim ancak onların kollarında ölmek istemiyordum. Bu kez onlar düşman kesilecekti Çiftliğe ve onların küllerini uçuracaklardı Heaven'ın en yüksek tepesinden belki de. O yüzden sadece kaybolmak istiyordum, dünya üzerinde hala kayıp olan milyonlarca ruha karışmak...

Andreas yuvarlak ve düzenli hareketlerle sırtımı sıvazlamaya devam ederken geldiği gibi birden bire terk etti atak vücudumu, nefesim düzene girdi, gözümün önünde uçuşan onlarca kara benek ışığa teslim oldu ve gün, batıdan yavaşça doğmaya başlarken Andreas "İtalya" dedi. "İtalya hemen güneyimizde kalıyor. Oraya gidelim ve bana derslerde anlatılan o kovulmuş hava elementi uzmanını bulalım" dedi. "Yerini biliyor musun?" dediğimde "Tahmin edebiliyorum" dedi. Sonra yüzüne boş boş bakıp "Neden dil Çiftlikte Latince, ya da neden her tuhaf şey İtalya'da oluyor?" dediğimde "Adam İtalya'da ya da İstanbul'da. Yakın seçenekten başlayalım. Roma ve İstanbul'un tarihine bir bak. Katman katman, tıpkı karmaşık, tek bakışta kavranmayan desenler gibi. Latince her dilde bir parça var ve bu tarih katmanlarının her birine biz 'farklıların' kanı, büyüsü sinmiş. Oraları bizim evlerimiz o yüzden. En azından Çiftlikteki kız öyle söyledi" dediğinde ürperdim. Ev o kadar yabancı kalmıştı ki bana "Gidelim" diyebildim sadece Andreas'a ama sokağa inmek yerine sadece onu apartmandan içeri taşıyacak gücü buldum. Merdivenin altında kalan kör noktaya sığındığımızdao tanıdık uyuşma hissi bedenlerimizi ele geçirdi ve görüntülerin getirisi olan o korkunç karanlığa teslim olduk. İşte o korkunç karanlık bizim evimizdi artık. O karanlığın her zerresi bizdik. 

Duvarları sanki Andreas'ın gözlerinden çalınmış gibi gri olan bir odadaydık. Geniş odada sadece iki ağır, lacivert koltuk, bir tane lamba ve içinde yapma çiçekler olan uzun, çini bir vazo vardı. Duvarlardan birinde geniş bir cam vardı ve iki yanından lacivert fon perdeler sarkıyordu. Kenara beyaz bir tül ittirilmişti. Bir sürü dükkan olan bir caddeye bakıyordu camlar. Önündeki tek, beyaz, ahşap sandalyede orta yaşlı bir adam oturuyordu. Elinde tıpkı kapının bulunduğu duvarı kaplayan çeşit çeşit arbaletlere benzeyen keskin bir hançer bulunuyordu. Adam konuşmaya, bana bir şey anlatmaya çalışmak için dönse de sesini duyamadım. Gülümseyerek bana bir kağıt uzattı ve sonra arkasından gelen bir gölge sessizce adamın kendi elini tutarak kaldırdı, adam hala gülümsüyordu. Sonra gölge adamın kafasını, kendi ellerindeki hançerle kesti ve kafa, hala o korkunç gülümsemeyi koruyarak ayaklarıma kadar yuvarlandı ve birden etrafıma inen yumuşak beyaz duvarların içinde sadece elimde küle dönüşmeye başlayan kağıt, gölge ve ben kalakaldık. Kağıdı tutmak istesem de üzerimde beliren deli gömleği birden bire elimi kolumu bağlamıştı ve geriye kalan tek sözcüğü gölge, hiç tanıdık gelmeyen bir sesle okudu "İstanbul" sonra alayla güldü ve delilerin tıkıldığı odadan çıktı. Üzerime kapanan kapının süngü sesiyle, merdiven boşluğunda uyandım. 

Kaçış [Bir Delinin Günlüğü-1]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin