FİNAL

1.1K 48 38
                                    

Gelecek eğitim döneminin sonuna kadar bir nevi sezon finali yapıyorum. Yazmaya devam etmek çok isterdim. Devam da edeceğim ama bu yoğunluktayken mümkün değil. Sondaki notu lütfen okuyun, elimden gelen en uzun ve en iyi bölümle veda etmeye çalışıyorum. Umarım beğenirsiniz. 

Binlerce teşekkürler...

İstanbul, bırakın aradığımız ormanı, genel olarak ormanlara ev sahipliği yapan bir metropol sayılmazdı. Bu nedenle bir an önce bu şehirden ve bitmek tükenmek bilmeyen kalabalığından kurtulmak istiyordum. Heaven’ın kısıtlı nüfusundan ayrılınca bunca kalabalık, bu koşullarda çekilecek dert değildi. Bambaşka bir zaman diliminde gezmek isterdim buraları. Ya da kaçak olarak sığındığımız diğer ülkeleri… Yine de çantalarımızı sırtımıza takıp, ihtiyarı, belki de eceliyle yüzleşmek üzere arkamızda bırakıp bir taksiye atladığımızda paralarımızı saymaya başladık. Aklımda Xavier’in sesi dolanıyor, damarlarımı, beynimi ve kalbimi yakan bir asit gibi beni yavaşça yerle bir ediyordu.  Son kez yüzleşmemiz gerekiyordu Olivia ile. Başka yolumuz kalmamıştı. Tüm bu görüntüler, teker teker birleştiğinde artık sonun nerede başlayacağını, neon lambalarla işaret edilmişçesine anlamıştık birden bire. Sanki yapbozda kayıp tek parçayı bulmuş gibiydik. O büyük boşluk dolmuş, adımlarımı ne yöne atmamız gerektiğimizi anlamıştık. Heaven, belki de doğduğum gibi, toprağa düşeceğim yerdi. Kızın kaderi keder, erkeğin kaderi ölüm demişti Lea. Ölmeyecektim belki de ama kederin kaç farklı boyutu olabilirdi ki? Sırtımda, fiziksel olarak tek bir çanta ve artık çökmüş bedenimin ağırlığı dışında kalan yüküm yoktu, çökmüş, sürünüyor olsam da olmadığım kadar güçlüydüm. Beynimde, görüntüler sanki kalıcı hasarlar bırakmıştı ki son iki saattir Andreas ile aynı dertten muzdariptik; baş ağrısı. Paramızın hatırı sayılır bir kısmını ağrı kesiciye yatırarak cesaret edebildiğimiz kadar çok sayıdakini daha taksideyken yutmuştuk. Uykuya ihtiyacımız vardı. İyi bir duşa… O yüzden önce havaalanına bizi bu halimizle almalarına şaşırarak girerek biletlerimizi alıp, hemen yakınlarındaki ucuz sayılabilecek bir otele gitme kararı aldık. Yine de sadece iki saat sonraki uçağa binecek bir çift, karar değiştirdiği için boşalan yeri almak zorunda kaldık. Önce şehre gidecek, normalde otele ayıracağımız para ile de kendimize bir araba kiralayacaktık. Andreas ile havaalanında ölmek üzere olan yaşlı adamları düşünerek, kendi kanımızın toprakla buluşacağı saatleri hesaplarken bulduk kendimizi. Etrafımızda insanlar vedalaşıyor, kavuşuyorlardı. Bir çocuk, gözyaşları içinde annesinin kollarına atladı. Hala son kez fotoğraf çekilme derdinde olan güzel bir kadın ve muhtemelen sevgilisi olan genç bir turist çift gördüm. Sonra insanların arasında altın rengi saçlar ve geniş omuzlar gördüğümde, Xavier’in bizim için geldiğini sanarak ayaklandım ama arkasını dönünce, Xavier ile hiç alakası olmayan bir genç adamla karşılaştım. Andreas da benim gibi panikle ayaklanmıştı. “Sorun ne?” diye sorduğunda sarı saçlara bakarak yabancı suratında tanıdık çizgiler aramaya çalışıyordum hala. “Hiç” diye mırıldandım. “Bir tuvaletlere uğrayıp toparlanalım, sonra da biraz kestiririz” dedim. Onayladı. Hızlı adımlarla tuvaletlere doğru yöneldiğimizde “On dakika” diye kısıtladık zamanımızı aynı anda “Çıkmazsan seni aramak için oraya girerim, biliyorsun” dediğinde verdiği güveni her bir hücremde hissederek “Ben de, o yüzden zamanını iyi kullan” dedim ve hemen tuvaletlere ayrıldık. Kadınlar süsleniyor, iki tane hostes makyaj yapıyorlardı. Kalabalık sayılsa da büyük bir alandı. Herkes bana tiksintiyle bakıyorlardı. Saçlarımı yıkamam mümkün değildi ki her şeye rağmen beklediğimden daha iyi sayılırlardı ki çok uzun zamandır temizleyememiştim. Musluğun başına geçtim. Avuçlarıma soğuk sudan biraz doldurup önce ellerim, sabunla temizledim. Beklediğimden çok kir çıkıyordu. Kırık tırnaklarımın içlerine kadar temizledim. Ardından kollarımı aynı şekilde yıkadım. Yüzümü, sanki korkunç bir leke olan tişörtler gibi derimi kazırcasına ovalamaya, yıkamaya başladım. Ardından tişörtümün ıslanmasına aldırmayarak boynumu temizledim. Ardından tuvaletlerden bulduğum o geniş tuvalet kağıtlarından birini musluğun altına tıkarak korkunç bir lapa haline getirerek kabinlerden birine girdim. “Regl kadar kötü durumda değilsin” dedim “Şu an regl de olabilirdin.” Ardından kabinde tamamen soyundum ve o peçetelerle kendimi elimden geldiğince temizleyerek kahverengi peçete kümeleri elde ettim. Son derece pistim ve bundan tiksinemeyecek kadar bıkkındım.  Her bir peçeteyi ortadan kaldırdığımda çantamın derinliklerine baktım. Elimdeki kıyafet seçenekleri pek yoktu. XRAY cihazlarında inatla görünmeyen hançerimi asabilmem için Xavier’den kalan bir kemer ve görüntülerde ormanda üzerimde olan kıyafetler… Bir takım temiz çamaşırım da kalmıştı. Son mücadeleye, son malzemelerim… İnsan yanacağını bile bile ateşe atlamaz değil mi? Ben atlarım, ucubeyim ben… Sadece kendisinin yanacağından emin olsa, diğerleri adına da ölmek için küllerinden tekrar tekrar doğup yeniden ateşe atlayan aptal bir ucube. Yine de yerinde yapılan fedakarlığa aptallık demenin ne kadar acımasız, haklı ve yanlış olduğu gibi ikilemlerde sıkışmıştı hayatımın denklemi. İlerisi karanlıktı, sırtım uçuruma dönüktü. Esen rüzgar, görüntüleri küçük ayna parçaları gibi tenime sapladıkça iki taraftan birine düşecek gibi oluyor, karanlığın içinden ince çizgiler halinde sızan kanlara bakakalıyor ama kaçamıyordum. Kabullenmek zorundaydım ve eğer ki birini kurtarma şansım olsa, Andreas ve Xavier arasında seçim yapmaktan korkuyordum. Biri ölecekti içimizden, biliyordum ama etrafımda dolanan, kulaklarıma doluşan bu kötü uğultu, gözlerimi etrafa kapayan görüntüler, bana iki gün sonra kimin mezarı başında olacağımı söylemiyordu. Ya da benim mezarımı ziyaret edecek birinin kalıp kalmadığını… Elimdeki pek de temiz olmayan ama giyilecek son parçaya bakmaya başladım. Evde bıraktığım kıyafetlerimi düşündüm. Asla çok fazla kıyafet alan, alışverişten eli kolu dolu dönen kızlardan olmamıştım. Annemin gösterdiklerine burun kıvırırken istediğim kadar sade ve hoş şeyler bulamazdım bir türlü. Ardından arabamı düşündüm. Tek derdimin yeni başladığım okul olduğu zamanları. Yüzmekten nasıl sıkıldığımı anımsadım, sırf bunu yapmaya zorlanıyorum diye. Şimdi o havuzda nefesimi tutup oturmak isterdim. Nefesim, Xavier’imi, öleceğimi bile bile ciğerlerime hapsetmeyi dilerdim…  Ucundan yırtılmış beyaz tişörtü giyerek biraz çekiştirdim, altımdaki pantolonun paça kısımları o kadar parçalanmıştı ki, Heaven’da ısındığından emin olduğum havaya güvenerek hançerimle onu bir şort haline getirdim. Her zaman seyrek tüylü bir kız olmuştum ve bacaklarım daha önce açık renkli ve seyrek tüylerini kaybetmek zorunda kalmamıştı. Kısacası genlerim zaman geçtikçe beni az gelişmiş bir maymuna çevirmeyecek kadar az tüylere sahip kılmıştı beni,. Pürüzsüz bacaklarım vardı ve şu an, şu koşullarda bile şükredecek bir şeyler bulabilmek beni rahatlatıyordu. Ayakkabılarımı da ayağıma geçirip üstünkörü temizledim, belime kemeri normalden yukarıda takıp hançeri kınına geçirerek tişörtümün içine sakladım. Üzerime, yeterince kirli bir hırka geçirdim ve çantamı geriye kalan, kullanılma ihtimali kalmamış kıyafetlerden arındırarak hafiflettim. Üzerimden çıkararak atmaya hazırlandığım kıyafetlerden ince uzun parçalar kestim, birini saçlarımı daha sıkı bağlayabilmek adına ayırdım. Dışarı çıktığımda hala iyi görünmüyordum ama dikkat çekecek kadar da kötü değildim. Çantamı sırtıma geçirdim ve tekrar lavabonun önüne geçerek ince uzun kestiğim kumaşları özenle su ve sabunla temizledim. Bandaj, her zaman gerekebilecek bir malzemeydi. Kendime son kez bakarak daha memnun bir biçimde havaalanının tuvaletinden ayrıldım. Kapının önünde girip girmeme kararı vermeye çalışan Andreas’ı bulduğumda onun da kendini temizlediğini ve benim kararlaştırdığımız süreyi aştığımı fark ettim. Üzerindeki kıyafetlere baktım, ardından kendi kıyafetlerimi inceledim. Sonradan ikimiz de birer aydınlanma anı yaşadık, dilimiz tutuldu, konuşamadık. “Bizi sürgüne yollayan görüntülerde” diye cümleye başladı ve ben devam ettirdim “Üzerimizde bu kıyafetler vardı…” Her şey bitiyordu ama bu, insanları gülümseten bir son olamazdı. Başımı öne eğdim, yüzüne bile bakmadan birden kendimi kollarına attım. Dairesel hareketlerle sırtımı okşadı ve “Gel” dedi, “Bir şeyler atıştıralım” Dip dibe, olabildiğinde tedbirli, elim, göğsümün hemen altına bağladığım hançerde yürümeye başladık.  Sandviçlerin önüne dikildiğimizde hemen gözüme çarpan sandviçin malzemelerini sorduğumda adam, yarım yamalak bir İngilizceyle içindekilerin hindi ve maruldan ibaret olduğunu söylediğinde iştahla iki tane aldım ve yanında da portakal suyu istedim. Andreas ise içinde ton balığı olan sandviçlerden iki paket almış, yanına da karışık meyve suyu. Sonra bir saat kadar kantinde oturup ağır ağır yemeklerimizi yedik. Sandviçlerden bir tanesinin yarısını çantama kaldırdım, o da aynısını yaptı. “Sence eve uğrayabilir miyiz?” diye sordu usulca, parmağını meyve suyu şişesinin etrafında çeviriyordu. “Aileleri riske atacağını bilmesem koşarak dönerdim. En iyisi uzaktan bakmak olacak sanırım. Yine de, keşke evimde uyuyabilseydim. Babamı, hatta annemi bile özledim” dediğimde “Bende. Helena olsa benimle dalga geçerdi… O-onun babası ona daha küçüklüğünden beri tecavüz etmişti ve ölmeden önceki gün de, her günkü gibi bana onlardan ne kadar nefret ettiğinden bahsetmişti. Annesinin bundan haberdar olduğundan ama babasına olan aşkından ona yardım etmediğinden emindi. O yüzden ebeveynleri sevmek, onun için bir zayıflıktı. Aptallık ve yanlıştı. Beni bile inandırmıştı buna. Ölümünden sonra, sanki annemler bunun sorumlusu gibi onlardan uzaklaştım… Biliyor musun, Helene’nin mezarının başından ayrılmayı en sonunda başarabildiğimde, babasının karşısına çıkıp zehrimi akıttıktan sonra çok uzun süre konuşamadım…” Diyecek lafım yoktu. O yüzden Andreas’ın sessizliğinin sona erip devam etmesini bekledim. Sadece tek cümle söyledi “Annemlerle aram yakın zamanda düzeldi ve onlara durduk yere kötü davranan ben, kokuları için cinayet işleyebilirim” Aynı fikirdeydim. Kolunu sıvazladım ve usulca “Önümüzde iki savaş kalmış olmalı Andreas” diye mırıldandım. “İblisler ve Olivia” sonra gözlerimiz buluştu ve “En sonunda o ya da bu şekilde huzura ereceğiz ve ben, daha önce hiç ölmeyi bu kadar istememiştim” dediğimde dudaklarımdan çıkanları sorgulamadığımı fark ettim, ya da gözlerimden dökülen yaşları son beş dakikadır tutmadığımı… Andreas, kırılmaz iradesi ve gücüne rağmen sessizce ağlıyordu. Uçağa binmemiz için gerekli, son işlemleri hallederken de usulca ağlamaya devam ettik. Bir kadın geldi, sorunumuzu sordu. Andreas duraksamadan “Öldü” dedi. Kadın soru sormadı. Ölünün kim olduğunu bile, sadece bize ait bir sır gibi sakladık ölünün adını. İki ayak üzerinde dikilen cesetler olduğumuzu saklamaya çalıştık. Hâlbuki çoktan üzerimizdeydi Azrailin kokusu. Ankesörlü telefona yaklaşan Andreas’ı izledim ve bir kâğıt çıkarıp numarayı çevirmeye başladığında kim olduğunu sormadım. Bir firmanın amblemini taşıyan bir kâğıttı. Telefonu gerisin geri koyduğu an kimi aradığını anlamıştım. “Cevap vermiyor” dedi. İhtiyar adamı ya ele geçirmişlerdi, ya da öldürmüşlerdi. Usulca akan göz yaşlarıma hıçkırıklar eklendi ama konuşmadık. Uzakta gördüğüm simsiyah saçları görene kadar oyalandık etrafta. Sımsıkı atkuyruğu toplanmış parlak saçlar, döndüğünde Olivia’nın hatlarını taşıyan yüzle birleşince yakalandığımızı anladım. Bilet gişelerinin önünde deli gibi tartışıyor, bir şeytan gibi hareket ediyordu. Beni görmemişti ama bilet aradığı aşikârdı. Xavier de oralarda olmalıydı. Hayal görmediğimden emin olmak için Andreas’a baktığında, gözlerinin o noktaya kilitlendiğini fark ettim. Kız asildi, benim aksime tertemizdi ve yanındaki muhtemelen Xavier’di, onu sakinleştirmeye çalışıyordu. En sonunda kollarından tutup onu geriye savurdu ve sakin bir dille gişedeki kızla konuşmaya başladı. Olivia volta atıyordu. Xavier muhtemelen vanilya gibi ferah kokuyordu. Saçları dağılmıştı. Bu mesafeden bile yorgunluğunu hissedebiliyordum. En sonunda Olivia ona yaklaşıp elini tuttu, Xavier de kolunu omzuna isteksizce attı. İsteksizce atmıştı değil mi? Öyle olamazdı. Olivia, bunu anlardı, onun için her şey denilebilirdi ama aptal denilemezdi. Amaç ne olursa olsun Olivia bundan çok memnun olmalıydı ki göz yumuyordu. İçimde bir şeyler yanıyordu ve öfke görüş alanımı daraltarak onlara dikmişti tüm dikkatimi. Andreas da benim omzuma doladı kolunu ve beni oradan uzaklaştırdı. Eğer ki bizi belli etmeyecek olsa onları orada küçük bir rüzgarla savururdum. Sadece arkamı dönüp anonsu yapılan uçağa hızla ilerlemeye başladım. Andreas’ın adımları bana eşlik ediyordu. Ciğerlerim sanki göğüs kafesime büyük geliyor gibiydi, aldığım nefesi ciğerlerime dolduramıyordum ama ben ki parmaklarımdan ateş, hava falan fırlatamazken öfkesiyle etrafını kasıp kavuran kız, sadece arkamı dönüp gitmekle yetinmiştim.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Apr 19, 2015 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Kaçış [Bir Delinin Günlüğü-1]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin