Ve zaman geldi.
Genç kızın ürperen bedeni, sanki o üstündeki varlığı yokluğu belli olmayan elbiseden daha bir üşüyordu. Saçı bozulmuştu, salaş topuzundan firar eden birkaç iri tel, korku dolu gözlerinin hemen yanındaki adem elmasına yuva yapmışlardı. Kahverengi gözleri, Malikhane'nin ana odasındaki uzun siyah masayı tarıyordu, tam karşısında ona tedirgin gözlerle bakan Draco Malfoy, sanki içindeki yaşadığı savaşın son askerlerini de öldürüyordu.
"Seni odana götüreyim," dedi Malfoy, nadiren kullandığı o ipek sesiyle. Sanki kızın yardımına ihtiyacı olduğunu hissetmişti. "Bugün buradayız, Hogwarts'a yarın döneriz sanırım. Karanlık Lord'la görüşmen o istediği bir saatte olur, sana mutlaka haber verirler. Birazdan annemler gelecek ve-" Aniden duraksadı, çocuk. Bunları açıklamanın genç kıza yardım sağlamadığını farkettiğinde birkaç saniye kendine zaman tanıdı ve tekrar konuştu. "Sana odanı göstereyim."
Hermione, hiç konuşmadan Draco'yu takip ettiğinde, sanki dilindeki tüm hücrelerin öldüğünü hissediyordu. Kendini ilk defa bu kadar çaresiz bir konumda bulmuştu. Ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu, ağzını açıp konuşmak hatta etrafa bakmak bile istemiyordu. Voldemort'u görünce ne olacaktı? Malikhane boşken bile hissettiği duygular huzurdan çok uzakken, o canavarı karşısında hissettiği an ne yapacaktı? Binlerce insanın ölümüne neden olan Ölüm Yiyenler'in iğrenç bakışları ona neler yaşatacaktı?
Draco, bir kapının kulpunu çevirdiğinde Hermione uzun bir yolculuktan çıkmıştı sanki. Malikhane büyüktü, düşüneceği şeyler de bir yığın olunca sanki saatlerdir yürüyor gibiydi. Odaya adımını atar atmaz, Malikhane'nin en küçük odalarından biri olduğuna karar kıldı ama bu bile yeterince büyüktü. Siyah ağırlıklıydı, tüm ev öyleydi. Yatak ve dolap birbirine çok yakındı, ortada ince bir halı vardı ve oda genel anlamıyla çok eşya barındırmıyordu. Hermione bu odanın genelde çok mühim olmayan misafirlere ayrıldığına emindi.
Draco, birkaç mırıldanma eşliğinde alnını perçemleyen sarı saçlarını geriye iteledi ve, "İstersen biraz dinlenebilirsin." dedi. "Ben ana odada olacağım, seni gelişmelerden mutlaka haberdar ederim." diye ekleyip kapıya yöneldiğinde, Hermione geldiği andan beri ilk defa konuşmaya girişti. "Yalnız kalmak istemiyorum." kelimeleri ağzında kontrol etmemişti, olduğu gibi söylemişti. Draco önce bir duraksadı sonra derin bir iç çekip ağır ağır yatağa geniş bir şekilde oturdu. Çenesini ellerinin arasına aldığında oldukça ne yapacağını bilmiyor gibi duruyordu.
"İşin bu kısmını düşünmemiştim," dedi en sonunda. "Buraya geldiğinde neler hissedebileceğini." eliyle başını sıvazlarken Hermione ilk defa onun kendisi için kafa yorduğunu hissetti ve bu, şartlar ne olursa olsun mutlu olacağı bir şeydi. "Dert etme." dedi, zoraki bir şekilde, ama sesine renk geldiği inkar edilemezdi. "Beni düşünmek zorunda değilsin."
Draco, aksi bir ifadeyle başını kaldırdı. "Pekala Granger, ne düşüneceğime de karışmazsan sevinirim." Hermione yaslandığı konsola biraz daha dayanıp gülümsedi. "Ne kadar ilginç geliyor değil mi? İlk tanıştığımız günü hatırlıyor musun?"
"Saçların o zaman daha fenaydı," dedi Draco, hiç istemese de hafif bir şekilde kıkırdayarak. "Çirkin ama oldukça egoist. Her şeyin en iyisini bilen, ukâla bir bulanık..." diye devam ettiğinde Hermione derhal sözünü kesti. "Senin de benden aşağı kalır yanın yoktu Malfoy. Snape'nin gözde öğrencisi olmuştun, bunun için bir şey yapmana gerek yoktu çünkü soyadın Malfoy'du. Sayfalarca çalıştığım İksir dersine nedense hep hiç puan katamadan çıkıyordum."
"Çünkü soyadım Malfoy'du." dedi Draco, bariz bir egoyla. Hermione, onun egoistliğine devam etmesine izin vermeden yine araya girdi. "Mavi gözler bir insana bu kadar itici gelebilirdi herhalde! Saçlarını her gün taramaktan yorulmuyordun çünkü sen Malfoy'dun değil mi?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Light or Dark -dramione-
FanfictionSağ elini burnuna götürdü, Hermione. Bu kokuyu biliyordu. Kan kokusu, tüm hücrelerine kadar işlemişti. Sadece eli değil, ruhu ve kalbi bu kokuyla doluydu. O kendini bu oyuna mahkum etmişti. Tahmin edilir ki, artık sonunu biliyordu. • Not: Bu kitapt...