En büyük problemim insanlara hayır diyememekti. Neden diye bir çok kez kendime sordum. Üzerine kitaplar okudum. Bulduğum yanıtlar hep aynıydı, ya özgüven eksikliği ya da yalnız kalma korkusu. Ki ikiside hemen hemen aynı yere çıkıyordu.
Arkene de hayır diyememiştim. Ona yardım edeceğime dair söz vermiştim.
Büyük prensiplerim vardır benim. Beni ağlatan insanı asla affetmemek, kendime yapılmasını istemeyeceğim şeyleri hiç kimseye yapmamak, en yakınıma karşı bile olsa doğrunun peşinden ayrılmamak, hak için savaşmak gibi.
Ve ben şuan doğrunun ne olduğunu bile bilmememe rağmen arkene inanmayı tercih ediyordum. Kendimi engelleyemiyor, sürükleniyordum.
Bir çok kez aşık olduğumu sandım. Hepsinde aslında ne kadar saf olduğumu farkettim. Çünkü birisine bağlanırsam bütün bu prensiplerim hiç oluyordu.
Şuan yapabileceğim tek şey arkene güvenmek ve kendimi bir şeylere hazırlamaktı. Çünkü ne zaman ne olacağını ne kestirebiliyor ne de bir şeyler yapabiliyordum. Arkenin güvenimi boşa çıkarmayacağını umuyordum. Eğer kötü bir şey çıkarsa altından, ömrüm boyunca kendimi affedemezdim.
Derin bir nefes aldım ve yatağıma uzandım. Hava çok sıcak olduğundan üzerimde hemen kalçamın üzerinde biten bir şort ve beyaz atlet vardı. Siyah, çerçevesiz gözlüğümü taktım ve yeni başlayacağım kitabı elime aldım. Hemen yanımdaki komidinin üzerinden kalemimi de almayı ihmal etmedim. Zira bir şeyler çizmeyi, çizdiklerimin bana yıllar sonra bile bir şeyler anımsatmasını, o çizdiğim anı aklıma getirmesini seviyordum.
Modern dünyanın masal anlatıcısı İtalo Calvino'nun efsanevi kitabı elimdeydi.
Görünmez kentler.
"Belki de kent yaşamının kriz noktasına yaklaşmaktayı ve görünmez kentler, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya. " yazıyordu kitabın arkasına, ima kokan bir mühürle..
Kitap bölümlerden oluştuğu için 7-8 bölüm okuduktan sonra ayracımı kaldığım yere koyup kitabı ufak kitaplığıma bıraktım.
Diğer kitabımı elime aldım.
Sabahattin Ali - içimizdeki şeytan
Bu kitabı daha önce okumuş, fazlasıyla beğenmiştim. Rastgele sayfaları çevirmeye başladım ve çizdiğim bir metne ulaşınca durakladım. Önce sayfanın kokusunu içime çektim. Sonra sindire sindire okumaya başladım.
"Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? Yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi?"
O ana gittim. 16 yaşımdaydım. Hayatın beni zorunda bıraktıklarıyla yeni yeni tanışıyordum. Toplum baskısıyla, olmak zorunda bırakıldıklarımızla, kendi benliğimle.. Farkındalığın değerini yeni hissediyordum. İnsanlığın ne değişken bir ruha, ne emilemez bir bedene sahip olduğunu zorla ögretiyorlardı bana. İşte o an bir karar almıştım. Hayatta ne olursa olsun pes etmeme ve güçlü durma kararı.
Düşünce silsilesinden beni çıkaran odaya aldil'in girmesi oldu. Nefes nefeseydi ve kızarmıştı. Bulgar kökenli, batı trakyalı bir kızdı aldil.
"Ne oldu? Yüzün kızarmış? "
Yutkundu ve bana baktı. Nefes nefese konuşmaya başladı, "ay bir şey yok ya. Otobüsü kaçırıyordum. Bende koştum baya bir. Sonra bindiğimde de tıklım tıklımdı ve, " burnunu kırıştırıp yüzünü ekşitti, "leş gibi balık kokuyordu. "
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RİTİM
Teen Fiction"Hasta olmanı istemem küçük. Zira hislerim doğruysa başıma kalacaksın.. " (+18) -------- Nefes alamıyordum. İlk kez böyle bir şey hissediyordum ve bu, çok garip bir duyguydu. Dudaklarını dudaklarımdan ayırdı ve çenemin hemen yanındaki, yüzümü boyn...