Feryat dinmiyordu.
Huzursuz bir dalga misali iç parçalayan ağıtlar eşliğinde Alprad'dan kuzeye ve doğuya doğru ilerliyordu cenaze alayı. İlk önce yolu takip ederek doğuya, kavşakta ise yoldan ayrılıp patikayı izleyerek devam ettiler. Kimsenin acelesi yoktu. Kavşakta güruha yeni kalabalıklar eklenmişti. Gözleri kızarana kadar ağlayacak yakınlığı hissetmeyenler dahi hüzünle başlarını önlerine eğmişlerdi. Yürek dağlayan feryatları dinliyor, sükunetle arabanın peşisıra gidiyorlardı.
Harer ve maiyeti cenazeyi taşıyan arabanın önünde, başı çekiyorlardı. Arabanın üzeri ve çevresi yol boyunca atılan çiçeklerle kaplıydı. En içten dualar, en aşağılayıcı küfürler birbirine karışıyordu. Gürsakal Halkı Korerini çok seviyor... Ya da severdi.
"Artık kendinizi yıpratmayın Harerim," diye mırıldandı, Harerin en yakınındaki gri kaftanlı adam. Gürsakal Alpleriyle Solaklardan oluşan Muhafız Alayı cenaze arabası ve ötesine kadar uzanıyordu. "Ne zaman ki," diye cevapladı Harer. Sesi kederle kalınlaşmış, kaşları sert bir kayanın hatlarını almıştı. "kaftanımı çıkarıp zırhımı kuşanırım; o zaman yıpratmam Sancar," Siyah kaftanına tiksintiyle baktı. Geçen her saniye intikam için kaybedilen, israf edilen zaman... "Hiç merak etme abi," dedi Sancar. Omzuna boz renkli bir atmaca tünemişti. Kadınların ağıtlarına keskin çığlıklarıyla eşlik ediyordu. "o zaman çok yakında gelecek!"
Harer Saltar başını aşağı yukarı salladı. Gelecek... Atının üzerinde hafifçe kayarak arkasına döndü. Arabanın yanıbaşından ayrılmıyorlardı. Hiçbir işlemenin ya da desenin barınamayacağı kapkara birer örtüden ibaretti giydikleri. Ve sanki acayip bir rekabet içerisindeydiler. Kim daha çok ağlayabilir... Kim daha çok üzülebilir...
Çakıl Harer arabayı son kez okşadı. Hemen ardından ise yanındaki kıza sarılıp öptü. Karşısında durdukları göl kadar maviydi gözleri. Oğlan babasının, kız anasının ikizi sanki... Ancak birininkiler gençliğin ateşiyle pırıldıyordu. Şimdi ikisininki de birer kan çanağından farksız olsa da. Sürekli mırıldanıyorlardı. Bazen inleyerek bazen feryat edercesine. Alprad Kalesinden bu yana ağıtları değişmemişti. En koyu karanlıkta Alp Yıldızı yolunu aydınlatsın... En kavurucu sıcakta serin gölgeler seni bulsun... En dondurucu soğukta güneşten bir pelerinin olsun...
Harer Saltar atını durdurup baktı. Gürgen Gölü ufka doğru uzanıyor, pırıl pırıl bir gökyüzünü yansıtıyordu. Böyle güzel bir manzaraya bu matemi getirdiğimiz için şaşırıyorum... Bunun için başımızın üstünde kızgın şimşekler çaksa hayret etmem...
"Sagu Kasabasından gelen zanaatkarlar emri vermeniz için Balbal Taşlarının yanında hazırlar, Harerim." dedi Sancar. Gölün kıyısındaki büyük tepeyi işaret ediyordu. Harer atından inip tepeye tırmanmaya başladı.
Neyse ki ayakları yolu biliyordu. Yoksa Harer Saltar karmakarışık düşünceleri yüzünden kaybolurdu. Nirçay Arel'inden gelen mektubu okuyordu. Gürsakal Beyliğinden gelip Vent'e gidecek olan kervanların Nirçay'ın kervansaraylarında konaklamasından ne kadar memnun olduğundan bahsediyordu. Sağlamış olduğu ayrıcalıkları not etmeyi de ihmal etmemişti. 'Kaybedilmemesi gereken bir dost,' demişti Başdanışman. 'Kaybedilmemesi gerektiğinde hemfikiriz.' diye onaylamıştı Harer. Kızıl Pazar konaklama ücretleri malumdu...
Başdanışmanı Korer Sancar'ın atmacası acı bir çığlıkla taht salonuna dalmıştı. Daha önce kuşun böyle bir şey yaptığına kesinlikle şahit olmamıştı Saltar. Sancar bizzat terbiye etmişti çünkü. Birkaç tur atmış, salonda bulunan herkesin onun farkında olduğuna kanaat getirdikten sonra gerisingeri kalenin holüne , avluya, oradanda cümlekapısına uçmuştu. 'Bir şey olmuş Harerim!'
Hiç vakit kaybetmeden atmacanın önderliğinde Virka Ormanları'na gelmiş, nehri geçmişlerdi. Sonra görmüştü Harer. Geçen o kadar güne rağmen gözlerinin önünden gitmeyen o anı. Daha sonralarda keşke hatıraları temizlemenin bir yolu olsa demişti binlerce kez... Ama yoktu.
Ne o kan gölünü, ne de onun ortasında yüzüstü yatan oğlunun cesedini unutamıyordu. Muhafızlar ölmüştü; birkaç tazı arta kalan parçaları kemirmekle meşguldü. Bir tanesi de Korerin boynunu dişliyordu. Kafatası Harerin kılıcıyla parçalara ayrılmadan biraz önce. Fakat o zaman bile Saltar dizlerine yatırdığı oğlunu tanıyamamıştı. Onun atı. Onun kaftanı. Onun kılıcı. Kılıcı ilk verdiği günü hatırlıyordu. 'İşte gerçek bir Rihamen Koreri olmaya başlıyorsun, Lokman.'
Kuru yaprakların çıtırtısı Korer Sancar'ı hüznünden sıyırdı. Kan gölünün ortasında dizleri üzerine çökmüş Harerini kederiyle başbaşa bırakıp sesi aramaya gitmişti.
'Bir tilki,' diye kestirip atmıştı döndüğünde. Harer Saltar oğlunu nazikçe tekrar yere bırakmış, ayaklanmıştı. 'Yemin ederim öcün alınacak oğlum, Rihamen onurum üzerine yemin ederim ki alınacak!' Kılıcını havaya doğrultmuş, ormanda çınlayan yeminini bütün hayvanlara duyurmuş, hepsini tanık etmişti.
Tepeye vardığında içini bir burukluk kapladı.Toprağa dikilmiş üç tane devasa taş vardı. Üçü de birbirine bakıyor, hafif bir eğimle ayakta durmaya çalışıyorlardı. Her soy için bir taş... Zanaatkarlar Harer Saltar için reveranslarla yolu açtı. Taşlardan birinin önüne gelerek durdu. Çivi ve çekiç marifetiyle taş yarıya kadar yazılarla doldurulmuştu. Başını kaldırıp en üstte yazanları inceledi.
Taş Kırılır, Tunç Erir,
Rihamen İlelebet Bakidir.
Yönetmek Mutlak Tek İşidir,
Bütünlük Yenilmezliktir.Üç taşında hikayesi bu dizelerle başlıyordu. Ancak aynı şekilde sürmüyordu. Gürsakallar... başlığı altında sürüp giden isimlerin sonuncusu Harer Yula'ydı. Ve şimdi sıra benim varisimde... Korer Lokman... Hiç savaş görmemiş körpe Korer... Ve ilk cenginde göçüp gitti...
"Başlayın!" Benden önce onunkini kazıyın... Taş bu acıya dayanır mı... Taş kırılır... Belki de o kehanetin vakti gelmiştir... Zanaatkarlar hararetle işe koyuldular. Balbal kırılmadı. Harer Saltar diğer bir taşa yöneldi. Umursamazca göz gezdirdikten sonra Balbalın dibine tükürdü. "Sıradaki isim yemin ederim ki seninki olacak; Harerlerin en gaddarı olarak hatırlanacaksın Uras..."
Başdanışmanla beraber cenaze arabasının yanına döndüler. Ama araba boştu. Grinin en iç karartıcı tonlarına sahip işlemelere bürünmüş siyah tabut gölün kenarında demirlemiş bir kayığa bindirilmişti. Zırhı, kaftanları, kalkanı, yayı ve kılıcı bedeni etrafında set oluşturmuş; üzerleri gül ve karanfillerle örtülmüştü.
"Biz yapalım efendim," dedi Sancar. Kayığı göle itmek annenin göreviydi. Dünyaya ilk geldiğinde yanında olan kişi, dünyadan ayrılırken ona yardım etmeyi en çok hak eden kişi... "Çakıl Harer bunu üstlenebilecek durumda gözükmüyor."
Harer Saltar kaftanını çıkarıp yere koydu. Muhafız Alayı onbeş yirmi adım geride bekleşiyorlardı. Korer Sancar'ın yardım isteğini duymazdan geldi. Kayığı usulca kıyıdan uzaklaştırdı. Birkaç adım suyu yararak ona eşlik etti ama su derinleşti. Kayık yoluna yalnız devam etmek zorunda kaldı.
Gölün kıyısında durdu Harer Saltar. Diğer herkes gibi çaresizce kayığın gidişini seyretti.
"Solaklar!" diye ünledi Korer Sancar. Muhafız Birliğindeki okçular öne çıktı. Hizaya girdi. "Hazır ol!" İnce ipli geniş yaylar büyük bir uyum içerisinde başlarının üstüne kalktı. Okların ucunda alevler dans ediyordu.
"Ateş!" Gölün ortasındaki adanın ağaçları arasından bir kuş sürüsü göğe doğru yükseldi. Alev burunlu kara ok bulutu ansızın irtifa kazanıp hemen ardından kaybetti. Kayık kirpi sırtını andırıyordu şimdi. Hedefe ulaşmıştı Solaklar. Alevlerin dansı yavaş yavaş kayığı kapladı.
Korer Lokman'ın bedeni özenle yıkanmıştı. En hoş kokular sürülmüş, bedenini saracak turkuaz atlasaysa bolca yağ dökülmüştü. Dans o noktada şiddetlendi. Ve her şey çıtırdayarak yanarken devasa dumanlar gökyüzüne yükselip uzaklaştı. Gürgen Gölü kayıktan geriye kalanları yuttuktan sonra boz atmaca hüzünlü bir çığlık koyuverdi. Etraf sessiz ve sakin. Hiçbir şey olmamış gibi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Miğfer - Yılanların Kraliçesi #Wattys2018
FantasyHedef #1 Wattpad Aracılığıyla Yayınlanan Bu Hikayede, Bildiğiniz ya da Bildiğinizi Sandığınız Şeyler Yok. İnanmıyor Musunuz? Aksini düşünüyorsanız; Miğfer'i henüz okumadınız sanırım. Pekala, geç kalmış sayılmazsınız. Hadi ne duruyosunuz, böyle buy...