4 - Ağıt Taşı (2)

153 50 88
                                    

   "Bu nasıl abi," dedi Korer Sancar. Harerin odasındaydılar. Başdanışman masada oturmuş parşömenlerle uğraşıyor, Saltar ise ellerini arkasında bağlamış odada volta atıp duruyordu. "Şu resmi dili bir kenara bıraksak daha iyi olur diyorum ama."

   "Hayır," diye kestirip attı Saltar. "Üslup bize yakışır olmalı. Onlar içinse hak ettikleri kadar aşağılayıcı." İncelediği mektup örneğini buruşturup masaya geri attı. Başdanışman omuz silkip yenisini yazmaya koyuldu. Masanın üzeri Harer tarafından onay görmemiş parşömen parçalarıyla doluydu.

   Çok geçmeden Başdanışman bir tane daha yazmıştı. Uzatılan parşömeni aldı Harer Saltar. Ama Korer tüykalemi bırakmadı. Tekrar buruşturup atacak... tekrar ve tekrar... Ama buruşturmadı. Birkaç defa okudu Saltar. "Tamam!" dedi, mektubu Başdanışmanına geri uzatarak, "bu olabilir Sancar."

   Korer Sancar mektubu oyalanmadan bir zarfa yerleştirdi. Masanın üstünde kaydırarak Harerin önüne koydu. Mektup Saltar'ın yüzüğündeki Gürsakal mührüyle kapandı. Başdanışman yola çıkmaya hazır olan mektubu alıp ayaklandı. Kapıya doğru ilerledi. "Senin için bir şeyler hazırlatmamı ister misin abi?" dedi kapıda durup. "Öğleden beri hiçbir şey yemedin..." Kaftanımı çıkarıp... Zırhımı kuşanıncaya değin...

   "Yo," diye cevapladı Harer. "lüzumu yok Sancar. Sağol. Gürsakal Ordusunun biran önce tam tekmil hazır olmasını sağla, kafi." Başdanışman reverans yaparak çıktı. "Sağlayacağım abi!" Saltar gözlerini kaşıdı. Odanın diğer köşesindeki boy aynasına baksa altlarının morarıp şiştiğini görebilirdi. Kaç gündür uyumadığını hatırlayamıyordu. Dört direkli yatağın ipek perdelerini sıyırıp uzandı. Heryerinin ağrıması mümkün müydü? Ama ağrıyordu işte. Uyuyakaldı.

   Yeşil bir ışık vurdu yüzüne. Elini yüzüne perde yaparak çevresine bakındı. Neredeyim ben... Güneşin ağaçlardaki aksiydi bu. Bir ormandaydı. Virka mı? Öyle tahmin ediyordu. Kuş cıvıltılarını dinleyerek durdu. Burada ne işim var... Ansızın çalıların arasından bir kurt belirdi. Devasa bir sıçrayışla tam önünde durdu. Harer korkuyla tökezledi, düştü. Ama kurdun onunla bir ilgisi yoktu. Ona bakmıyordu bile.

   Ağaçların arasından çocuk kahkahaları yükseldi. Sesin sahibi koşarak yaklaştı. Ve kurdu fark edince olduğu yere çakılıp titredi. Şen şakrak kahkahası o dakika silindi. Geri geri kaçmaya çalıştı. Ancak bu kez de bir tıslama yolunu kesti. Devasa bir yılan! Kurda yaklaşması için onu tehdit ediyordu sanki. Kurtsa yılanın getireceği avı büyük bir açgözlülükle bekliyordu. Çember gittikçe daralıyordu...

   Hayır, diye bağırmak istedi. Ayağa kalkıp çocuğa yardım etmek istedi. Sesi yoktu. Nefesi yoktu. Varlığı hiçbir şey ifade etmiyordu. Çayırlara zincirlenmişçesine öylece seyrediyordu. Çocuk ise her geçen an sona yaklaşıyordu. Yeşil ansızın siyaha döndü. Güneş nereye kayboldu... Elimden neden bir şey gelmiyor! Kükreme sesini takiben korkunç bir çığlık uğuldadı kulaklarında.

   Sıçrayarak uyandı Saltar. Ter içerisindeki geceliğini hissetti. Bir rüyaymış... Kabus! Pencereden gün ışığı sızmıyordu. Henüz sabah olmamıştı. Yatağın yanıbaşında duran sürahiye uzandı. Kendine su doldurdu. Bir dikişte içti. Karnı gurulduyordu. Tekrar battaniyelerin huzuruna sığındı. Bir kabus daha görmemeyi umut ederken uykusu kaçtı. Düşünceler sardı aklını. Küçük bir çocuk... Neşe içinde oynarken iki acımasız hayvanın kapanına kısılmıştı... Ve inanılmaz bir işbirliği içerisinde onu... Acaba bu ne demek olabilirdi... Bir anlamı var mıydı... Yoksa sadece zihninin kederi boşaltmak için kullandığı küçük taktiklerden biri miydi... Belki de öyleydi... Yine uyuyakaldı.

Miğfer - Yılanların Kraliçesi #Wattys2018Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin