Altıncı Bölüm

164 8 0
                                    

Okuldan çıkar çıkmaz kendimi Üsküdar'a attım. Martıları seviyordum. Canım ne zaman sıkılsa oraya gider, martıları izler, onlara simit atar, ruhumu dinlendirirdim. Gidene kadar Hilal'i düşündüm. Farklıydı. Bu zamana kadar çok kızla birlikte olmuştum. Yılışık yılışık konuşmaları, gittikleri mağazalardaki kıyafetleri ve fiyatlarını abartarak anlatmaları, yanımda rahatça her hareketi sergilemeleri...
Tiksinmeye başlamıştım. Daha doğrusu bu tiksintiyi dün hissetmeye başlamıştım. Kantinde. Ne olduysa dün olmuştu. Gece hiç uyumadım, düne kadar ki beni ve birlikte olduğum kızları düşündüm. Hilal'e gecenin kalan kısmını ayırdım. Onu tek düşündüm. Araya kimseyi almadan. Öylesine taze, öylesine masum, öylesine güzeldi ki... Annem deki asil duruşu tek onda gördüm. Zarif, güzel, bir o kadar da sinirli...
Sahi, sinirlenmek bir insana bu kadar mı yakışırdı? Bunu dün anladım ve bugün nazlı şeytan dediğimde bakışından... Uyuz demişte bana. Başka bir kız dese, ömrü billah yaklaştırmazdım yanına. Ama o... yani Hilal... Uyuz deyişi bile insanı kendine çekiyordu. Acaba konuştuğu biri var mıydı? Fakat aksiliğine bakılırsa kimse cesaret edip açılamamıştır. "Yoktur" diye mırıldandım. Küçük bir umutla martılara doğru yöneldim. Ama çok istekli değildim.
Bugünkü gözlerinden akan yaşlar, gözlerinin üzerine saniyede bir düşen ince, kıvrık ve simsiyah kirpikleri, utangaç ve çekingen halleri... Allah'ım... Büyülemişti beni. Sarhoş gibiydim. Gücümü kesiyordu düşündükçe. Sarhoşluğumun adı Hilal'di... Hilal'imdi. Benim olur muydu? Aitlik eki (m), ne güzel durmuştu adının yanına.
"Ah, olsaydı, " diye geçirdim içimden. Kulağıma dolan ince ve yumuşak sesle, düşüncelerimden sıyrıldım. Bu o! Hilal! Kollarını bağlamış martıları seyrediyor,  bir yandan da kısık sesle şarkı söylüyordu. Ne güzel sesi var. Ruhumu okşayan, beni yürek denizine çeken, çıkmak istemeyeceğim ve hep orada kalmak isteyeceğim yüreğinin denizi...
Nefes alıp verişim hızlandı. Başını çevirse beni  görecekti. Kalbim... Ah... Yerinden çıkacak gibi. Elimle bastırdım üzerine, "dur" der gibi... "Yavaş, sakin" der gibi... Sesi, martı seslerine karışıyor ve ortaya müthiş bir nota çıkıyordu. İstanbul, İstanbul olalı.... Hemen ceketimi çıkardım. Yağmur eşarbından montuna iniyor, damla damla bedenine süzülüyordu. Küçük, zarif bedeni yaralı bir kuş gibi titriyordu.
Yaklaştım. Yaklaştıkça nefes alıp vermek daha da zor geliyordu. Bir anda aldığım nefesim olmuştu. Ceketimi sırtına örterken, şarkının devamını kulağına fısıldadım.
"Hiç görmedi böyle güzel..."
Nasıl cesaret ettim bilmiyorum. Sözlerim şarkısını kesmişti. Sustu ve döndü. Hilal'i ilk kez bu denli, nefes kadar yakınımda gördüm. Aha bir de aksiliği olmasa. İnsanın başını döndürecek kadar güzeldi. İğne ucu kadar mesafe vardı aramızda. Göz göze geldik dönmesiyle. Bakışlarını yere indirdi. Utanmıştı, kirpiklerinden yağmur suyu damla damla iniyordu. "Ben kitap okumayı ve yazmayı sevmem ama bu kıza roman bile yazarım." dedim içimden. Hafifçe geri çekildi.
"Sen kim oluyorsun da burnumun dibine kadar yaklaşıyorsun? Öküz! dedi sitemkâr bir ses tonuyla.
" Yuh artık. Sen döndün. Bana yakın olan sensin."
"Hayır. Ben yaklaşmadım, uyuz Yekta."
"Çocuk gibi atışıyoruz farkında mısın? Hem başını çevirmesen bir şey yoktu."
Ellerini beline koyup kızgın bir tavır takındı.
"Arkamda olduğunu bilmiyordum, tamam mı? Başımı çevirince senin o kadar yakın olacağını nereden bilebilirdim. Bir de kulağımın dibine kadar sokulmuşsun."
Onun bu sinirli hali hoşuma gidiyordu. Sesimin tonunu düşürdüm.
"Tamam, ben suçluyum. Hadi ceketi giy, nazlanma üşüteceksin yoksa."
"Ne nazlanması, git başımdan. Giymeyeceğim!"
"Giyeceksin"
"Giymeyeceğim dedim sana!"
"Peki. Ben gidiyorum, sen de ceketi yere at. Çünkü ben de Giymeyeceğim."
"Saçmalama, ceket bende mi kalacak? Tut şunu beni deli etme yine."
"Bak Hilal. Erkek kadına göre daha çok üşür. Eğer bir erkek ceketini veriyorsa, o kız o erkek için çok değerlidir."
"O erkeğe söyle, eğer bir erkek ceketi verdiğine gerçekten değer veriyorsa, dünyadaki kız sayısı onun için 1'e düşmeli."
"Bak sen, neler de biliyorsun."
"Neyse, al şu ceketini."
"Üzerine almayacaksan at gitsin. Çünkü şu saatten sonra ben de almıyorum."
Kararlar ceketi elime vermeye çalışsa da almadım. Ceketimi yere atamadı, zaten yapamayacağını da biliyordum. İki üç adım attıktan sonra arkamı döndüm. Elinde ceket, yalvarır gibi bakıyordu güzel gözleri.
"Ceketimi alırım, ama bir şartla küçük hanım." dedim hafifçe tebessüm ederek.
Hemen atıldı. "Nedir?"
Öyle çaresizce görünüyordu ki, ne dersem yapacak gibiydi. Simit sarayını işaret ederek, "Bir bardak çay içelim. Hem dinleniriz, hem de içimiz ısınır. İkimiz de üşüdük."
Tedirgin bir ifadeyle yüzüme baktı, "Peki, kabul! Öküz!" dedi. Son kelimeyi kısık sesle söylemişti ama ben duymuştum.
O anda aklıma sosyal medyada gördüğüm bir paylaşım geldi.

AŞKIN BEDELİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin