dört

710 84 43
                                    

 Jung Hoseok'u göremediğim bu üç gün büyük ihtimalle aylardır geçirdiğim en zor süreçlerden biriydi. Artık benimle ilgilendiğini bildiğimden, yanında olmaya doyamıyordum çünkü artık umutluydum.

Bu üç gün boyunca iyi geceler mesajlaşmalarımız dışında pek de konuşma fırsatımız olmamıştı. Mesajları ilk atan hep o oluyordu ama beni arama girişiminde bulunmamıştı henüz, ben de meşgul olduğunu bildiğimden numarasını çevirmemiştim. En sonunda, dün gece, dayanamayıp birkaç yıl önce yayınladığı mixtape'ini buldum ve sırf sesini duyabilmek için şarkılardan birini rastgele oynattım.

Amacım Jung Hoseok'u duymaktı ama yirmi sekiz yıllık hayatımda ilk defa Tanrı-ssi'yi duymuşum gibi hissettirmişti, üzgünüm Tanrı-ssi. Şansıma, dinlediğim şarkının bir de müzik videosu vardı.

Aylardır bildiğim gerçek dört dakikalık bir videoyla yüzüme yeniden çarpmıştı. Jung Hoseok çok güzeldi.

Gıcık olmuş bir biçimde bilgisayar ekranımı indirip somurtarak yorganıma sarılmıştım. Böyle bir insan nasıl gerçek olabilirdi ya? Harika rap yapıyordu, evet, ama bir de söylemişti. Pislik. Sesi çok güzeldi. Çok, çok güzeldi. Dans da ediyordu. Sinirlerim bozulmuştu işte. Kaç gün olmuştu? Niye beni öpmemişti bu? Yarın öperdi umarım? Ya da çok mu erken? Aylardır kalbimi tekletiyor, çok mu erken ya?

Bu tarz düşüncelerle uykuya dalmış, gıcık ruh halimi de gün içinde korumaya devam etmiştim. Günlerden perşembe olduğunu ve o akşam Jung Hoseok'la görüşeceğimi, telefonum mesaimin bitmesine beş dakika kala titrediğinde hatırladım.

Hoseok-ah: Arabayı geçen seferki yere park ettim, bekliyorum :)

"Ah," diye ciyakladım incelen sesimle. Telefonu tutmayan elim yanağımı avuçlamıştı ve yere yığılmamak için kendimi zor tutuyordum. Beni bekliyordu! Hem de arabayı geçen sefer park ettiği yerde!

Arabayı geçen sefer nereye park etmişti? Onu izlemekten yola odaklanamamıştım ki ben?

İşim bitince dükkandan çıktım ve derin bir nefes alarak yürümeye başladım, tüm hayatım boyunca şanslı olduğum tek zaman bu olmalıydı çünkü arabayı kolaylıkla bulmuştum. Anlaşılan geçen sefer hem onu, hem de yolu izlemiştim. Korkulurdu benden.

Araba caddede değil iç sokaklardan birindeydi ve köşeyi döndüğüm an arabasının kaputuna oturmuş, elinde bir demet çiçekle dalgın dalgın gökyüzünü izleyen bir Jung Hoseok'la karşılaşmıştım.

İtiraf etmek gerekirse de, çiçeklerden önce başını yukarı kaldırdığından açıkta kalan boynundaki adem elması dikkatimi çekmişti. Bu saplantıdan acilen kurtulmam gerekiyordu. "Hoseok?" diye seslendim, sesim çatlamıştı ve neredeyse Hoseok-ssi diyecektim. Ona ismiyle hitap etmeye alışmam gerekiyordu, umuyordum bir gün Hoseok yerine Hoseok-ssi demekle değil; aşkım, bebeğim, sevgilim demek yerine Hoseok demekten korkacaktım. Gelecektik o günlere, umudum vardı.

"Merhaba." Dişlerini göstererek gülümserken kaputtan kayarak indi. Botlarının üzerine sıradan bir kot giymişti, renkli gömleğinin ilk iki düğmesi açık olduğu için taktığı kolyeler görünüyordu. Üşümüyor muydu öyle? Ekim ayındaydık sonuçta, Seul tropikal bir iklime sahip değildi son baktığımda. Ben montumun fermuarını çekmediğime bin pişmandım mesela.

"Hey." Uzattığı çiçekleri iki elimle kavrayıp yüzüme yaklaştırdım. Pahalı görünmüyorlardı, aksine, bir sokak satıcısından alındığı çok belliydi ve bu, inanılmaz bir şekilde hoşuma gitmişti. Sınıf farkımızın hoşuma gitmediğini biliyordu. Bir kere o bir melekti, bense naçizane bir insan. Onun parası çoktu, benim param yetecek kadar vardı. Onun arabası vardı, ben metro kullanıyordum. Ve galiba o kolyeler altındı ya.

coffee // jhsHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin