on

608 66 21
                                    

 Kış Seul'ü tamamen esir aldığı için dükkanda işler fazlasıyla yoğundu, oturacak yer olmasa bile insanlar sıcak bir bardağı ellerinin arasında tutmak için geliyorlardı resmen. İki gündür hiçbirimiz öğle yemeğine çıkmadan tam mesai çalışmıştık, Sujin'le tartışmaya vaktim bile olmamıştı. Paydosuma beş dakika kala ilgilendiğim müşterinin ismini bardağa yazarken karnım guruldadı, neyse ki kalabalık dükkanda duyulmamıştı ama ben düğümlenen midemin acısıyla yüzümü buruşturmadan edememiştim. İki gündür eve gider gitmez uyuduğum için doğru düzgün bir şey yeme fırsatım olmamıştı. O kadar yorgun oluyordum ki, Hoseok'un iyi geceler mesajlarının bildirimleri bile uyandıramıyordu beni.

"Ben çıkıyorum." Önlüğümü çıkarırken seslendiğim Jiho hemen yerime geçmiş, bir baş hareketiyle görüşürüz diye mırıldanmıştı. Personel odasına geçip hızlıca giyindim, son buluşmamızda Hoseok'un bana verdiği siyah atkıyı etrafıma sardım ve kimseye tek kelime etmeden dükkandan ayrıldım. Sujin'le aramız yoktu ve diğer iş arkadaşlarım da benden çok ilişkimle ilgileniyorlardı, medyaya bir şey satarlar korkusuyla tek kelime edemiyordum ve tüm bu durumun sonunda yıllardır hayatımı geçindirdiğim bu dükkan beni yapayalnız bırakmıştı. Yalnızca bir ay sonra üniversiteye yapacağım iş başvurusunun iyi geçmesini ummaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Metroda neredeyse uyuyakalmamın ardından zar zor evime varmış ve kendimi yatağa atmadan önce mutfağa gitmeyi başarmıştım. Çok açtım, uykum da vardı ama bu açlıkla uyuyamazdım. Buzdolabını açtığımda beni dünyadaki en kötü manzara karşıladı çünkü kimçi dışında yenebilecek, yemeği yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Normalde asla böyle bir durumla karşılaşmazdım ama şu iki gün nevrimi döndürmüştü. Aralık ayından nefret ediyordum.

Montumun fermuarını yeniden çekip atkıyı omuzlarıma attım ve evden çıktım, markete gidip düzgün bir mutfak alışverişi yapmam gerekiyordu. Asansörden inip hızlı adımlarla apartmanın çıkış kapısına yürüdüm, bu sırada da acaba dışarıdan mı söyleseydim diye düşünmeden edemiyordum çünkü bir an önce yemeğimi yiyip uyumak istiyordum ve yemek yapmak fazlasıyla vaktimi alacağa benziyordu. Ben daha bir şeye karar veremeden telefonum çalmış, beni daldığım düşüncelerden sıyırmıştı.

"Hoseok-ah?"

"Neredesin sen?" Endişeyle sorduğu soru, kapıyı açar açmaz suratıma çarpan rüzgardan daha çok etkilemişti beni. "Neden mesajlarıma geri dönmüyorsun?"

Kaldırıma inerken kaşlarımı çattım ve cevap vermek üzere dudaklarımı araladığım an arka taraftan bir korna sesi duyuldu. Şaşkınlıkla bakışlarımı o yöne çevirdiğimde Hoseok'un siyah arabasını görmüştüm. Telefonda cevap vermektense aramayı sonlandırıp adımlarımı tersi yöne çevirdim. Sinirli suratıyla arabadan indiğinde aramızda hala metreler vardı. "Derdin ne?" diye seslendi ben ona yürüdüğüm sırada. Harika, diye düşündüm. İlk ciddi kavgamız bu yüzden olacaktı, demek. Çok güzel.

"Cuma günü seninle kütüphaneye gelmedim diye- Nari?" En sonunda beni net bir şekilde görebileceği mesafeye geldiğimde, atkısını sımsıkı tutan parmaklarımı ve yorgunlukla çökmüş suratımı görüp cümlesini yarıda kesmişti. Hızla yanıma gelip benimle ortada buluşmayı akıl edebildi, elleri ellerimin üzerine kapandı. "Ne bu halin?"

Cevap vermeden alnımı göğsüne yasladım, şuracıkta uyurdum ki midem Hoseok'u ne zaman görse yaptığı gibi kükreyip beni yaşadığım peri masalından uyandırmıştı. Hoseok ellerimden birini bırakıp çenemi kavradı ve başımı kaldırıp beni ona bakmaya zorladı. "Ne oldu sana?"

"Aralık gelir gelmez insanlar Noel moduna giriyor, dükkan feci kalabalık." dedim zor açtığım gözlerimle. Kokusu beni anında mayıştırmış, pijamaların veremediği rahatlık vücudumda gezinmeye başlamıştı. "Dolapta bir şey kalmamış, markete gidiyordum."

coffee // jhsHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin