Jungkook ve Jimin'in evime gelişinin ertesi günüydü, sabah erken kalkıp – zaten doğru düzgün uyuyamıyordum – güzel bir duş almış, hiçbir şey istemeyen mideme bir bardak da olsa kahve sokabilmiştim. Günler sonra Hoseok'u görecek olmanın yalnızca heyecanıyla değil, aynı zamanda gerginliğiyle atıyordu kalbim. Maknae'nin arabasının arka koltuğunda, kucağımda birleştirdiğim ellerimle oynuyordum. Durduğu her ışıkta arkasına bakıp beni kontrol eden Jungkook'sa tırnaklarımın kenarlarındaki etleri yırtmamam için beni uyarıyordu. "Noona, her şey iyi olacak." demişti arabayı dev binanın katlı otoparkına sürerken. "Lütfen kendini bu kadar üzme."
"Elimde değil." demiştim.
İç geçirmişti. "Sen yine de dene."
Şirket dev binanın yalnızca birkaç katını kapsıyordu, asansörden indiğimiz an kimlik kontrolüne tabi tutulmuştum. Jungkook'un beni kendi misafiri olarak göstermesiyle herhangi bir sorun çıkmamıştı neyse ki. Hoseok'un stüdyosu, diğer grup arkadaşlarıyla beraber ikinci kattaydı; yürüdüğümüz koridor ve çıktığımız merdiven boyunca karşılaştığımız herkes Jungkook'a saygılı bir şekilde selam verirken yanında gördükleri bu yabancı kadına soru sorarcasına bakıyorlardı. Öyle ki Jungkook bile üzerimdeki bakışlardan rahatsız olmuş, benim tarafımdaki elini korumacı bir tavırla sırtıma yaslamıştı. "Hyung'a söyleme." demişti sonra da, günler sonra ilk defa dudaklarımın ufak bir gülümsemeye kıvrıldığını hissetmiştim.
Hope World'ün kapısı açıktı.
Jungkook duraksayana kadar neler olduğunu fark etmemiştim, maknae kaşlarını şüpheli bir tavırla çatmış, ardına kadar açık olan kapıya bakıyordu. Hoseok'un günlerdir çıkmadığı stüdyonun kapısı.
Birkaç saniyelik bir duraksamanın ardından sırtımdaki eliyle beni desteklercesine öne doğru itti. "Güzel haberlerini bekliyorum. Benim stüdyom koridorun sonunda."
Kocaman gülümsemesine gergince kafa sallamakla yetindim. Jungkook göz kırpıp yanımdan ayrılırken bakışlarımı açık olan kapıya çevirmiştim, Hoseok'un ayakkabıları kapının önünde, kilimin hemen dibindeydi. Yutkunarak eğildim ve ayakkabılarımın bağcıklarını çözdüm, beni içeri almadığı takdirde kaçarken bağcıklarım yüzünden yere düşüp ölürdüm belki.
Sessiz adımlarla içeriye girdim ve dikkatimi çeken ilk şey Hoseok'un açtığı yayında yanlışlıkla gösterdiği fotoğraf karesi oldu. Ablam yayını ben izlemeden izlemiş ve ne güzel bir fotoğraf o, diye çığlık atmak üzere beni aramıştı, hatırlıyordum. İlk ay dönümümüzde yemeğe gittiğimiz suşi restoranında çekildiğimiz bir fotoğraftı. Karede Hoseok kollarını gövdeme sararken ben de bir kolum omuzlarına sarılı, bir elim yanağını avuçlamış bir halde kucağında oturuyordum. Fotoğrafı ne ara telefonumdan çalmıştı, ne ara bastırıp çerçeveletmişti de masasının başköşesine koymuştu, bilmiyordum.
Tek bildiğim, o fotoğraftan nefret ettiğimdi. O çerçeve yüzünden başımıza gelmeyen kalmamıştı.
Hoseok sandalyesinde oturuyordu. Dirseği masasına, yanağı avucuna yaslı bir halde bilgisayarının dev ekranındaki ses programına bakıyordu. En azından arkasında olduğum için yaptığını sandığım şey buydu, yanına yaklaşıp yüzünü görebileceğim bir yere geçtiğimde gözlerinin kapalı olduğunu görmüştüm.
Hayatım boyunca sahip olmadığım bir cesaretle "Hoseok?" diye seslendim, sesim bir mırıltının ötesine geçmemişti. Beni kovmasından o kadar korkuyordum ki olduğum yerde zangır zangır titremeye başlamıştım.
Gövdesi yükselip alçalmayı kestiğinde nefesini tuttuğunu anlamıştım. Gözleri ağır ağır açıldı ve başını olduğum tarafa çevirdi. Kendimi tutamayıp geriye doğru bir adım attım. Dirseğini masadan çekip ayaklandığı sırada gözlerinden şaşkınlık akıyordu, bakışları stüdyonun kapısıyla aramda gidip gelmişti, buradaki varlığımı sorguladığını görebiliyordum. "Konuşalım mı?" diye mırıldanarak sordum.