Jung Hoseok.
Sekiz ses, üç harf. Ama o, bu kadar uzun tutmamı bile istemez çoğu zaman.
Her gün, hiç aksatmadan gelir çalıştığım yere. Yani Seul'ün ufak caddelerinden birindeki kahve dükkanına. Öğleden sonra gelir, müşterilerin ortalama bir sayıda olduğu, varlığının garip kaçmayacağı bir saatte. Benim için varlığının garip kaçmaktan ziyade bir alışkanlık haline geldiğini bilmeden. Tatil günlerim olan cumaları bile işe gitmeyi özlememe sebep olacak kadar büyük bir alışkanlık hem de.
Dükkana gelir, gülümseyerek sıraya girer ve ben ondan önceki müşterilerle ilgilenirken de gülümsemeye devam ederek beni izler. Gün içinde öyle ya da böyle gülümseyen birkaç müşteriyi saymazsak, Jung Hoseok yirmi dört saatimdeki tek olumlu şeydir.
Güneş benim için öğleden sonra doğar.
Sıra ona gelir, gülümsemesi genişler; bana da bulaşır. Elbette her müşteriye gülümseyerek yaklaşmam gereken bir işte çalışıyorum, ama onun gülüşü benim gülümsememi gerektirmiyor, beni gülümsetiyor.
"Merhaba." der.
"Merhaba," der ve eklerim: "Ne istersiniz?"
Aylardır bu rutini tekrarlarız, o yüzden sorduğum soruyla beraber gülüşünün titremesini tek bir şeye yorarım: artık onunla resmi konuşmamı istemiyor.
Ya da o titreme yalnızca ondan hoşlandığım için hayalgücümün uydurduğu bir yanılsama.
Siparişini verir, ücreti kasaya girer ve ismini yazmak üzere elime bir bardak alırım. Bakışlarım hala bardaktayken kalemi tutan elimin başparmağı kalemin arkasına bastırır ve sorarım: "İsminiz?"
Gülüşü yine titrer mi, hala öğrenemedim. Aylardır buraya geliyor, aylardır onun siparişini alıp ismini yazıyorum ama ismini öğrenmedim sanıp da üzülüyor mu, bilmiyorum. Kendi kendime gelin güvey olduğumu ve aramızda hiçbir şey olamayacağını biliyorum yalnızca. Başka hiçbir şey bilmiyorum. Aslında nasıl biri, bilmiyorum. Niye her gün cam kenarındaki ufak masalardan birine oturuyor, yanında getirdiği o deftere neler yazıyor, bilmiyorum. Neden grubuyla beraber müzik yapmaya devam etmiyor, bilmiyorum. Seul'de o kadar güzel ve pahalı yer varken, neden bu küçük caddede, bu ucuz kafeye geliyor, bilmiyorum.
Adını biliyorum, gülüşünü biliyorum. Dahasını bilmeyi deli gibi istiyorum ama yerimi unutmuyorum. Kendimi sardığım zincirleri çözemiyor, tezgahın arkasından çıkıp müşteri ve çalışan ilişkimizi yukarıya taşımak için hiçbir adım atmıyorum. Ne kadar istersem isteyeyim, siparişini aldıktan sonra kasaya başka birini geçirip kahvesini kendim hazırlamıyorum.
Ama tüm bunlardan daha beter bir şey yaptım.
14 Ekim 2021, saat öğleden sonra ikiye beş varken Jung Hoseok dükkana girdi. Önceki gece ödevlerim üzerinde çalıştığım için uykusuz durumdayım ve bu yüzden dikkatim dağınık. Sıraya girdi, sıra ona geldi, günün ilk gerçek gülümsemesi dudaklarımda yerini aldı. "Merhaba." dedi.
Ve ben ne yaptım, biliyor musunuz?
"Merhaba, Hoseok-ah." dedim.
ne yaptığımı inanın bilmiyorum, iki bölüm de sürebilir yirmi bölüm de; umalım ki yazabileyim :') böyle fluff dolu, klişe bir fic olacak gibi. okuduğunuz için teşekkürler!!