Ansızın kapıya bırakılmış bir bebek, içimde feryat figan ağlıyorken geç de olsa o bebeğin ben olduğumu fark ediyorum. Büyüyorum, susmuyorum.
Rahatsız bir acıyla bükülmüş olan karnıma doğru bastırıyorum ellerimi. Sanki duygularımı, karnımı düğüm düğüm etmiş tüm bu kargaşayı, suyun altına itersem kaldığım yerden devam edebilirmiş gibi hissediyorum. Ancak göğsümün camı açık kalmış, kalbim yel yemiş gibi de hissetmeme mani olamıyorum.
Sinem iç çekiyor. Gözleri hâlâ karşıda. Hafifçe kıkırdıyor. Nazlı nazlı kıkırdıyor. Başkası bu gülüşü bir şeye yorar mı diye düşünmüyor. Oysa ben attığım bir adımı, bin defa düşünüyorum. Düşünmezsem Eşref Koçak beni düşürür diye.
Sonra o, gözlerini kaldırıyor. Bileğine takmayı bitirdiği fular tenini sarmış bir vaziyette duruyor, bileğinde küçücük kalmış. Elleri ceplerine doğru gitmeden evler ölçücü bakışlarıyla hasbelkader de olsa karşı karşıya geliyoruz. Gözlerimizin pencereleri sadece üç saniyeliğine birbirlerine bakıyorlar ve ben sonra hemen penceremi kapatıp başımı önüme eğiyorum. Ensemdeki saçlarım acıyor, babam sanki kendini hatırlatıyor.
"Gel haydi." diyorum Sinem'e. "Geçelim artık."
Sinem başını sallayıp onu çekmeme müsaade ediyor. U şeklini almış masada boş olan bir kenara geçip çantamı da masanın üzerine bırakıyorum. Çantayı kalbime yaslasam, atışlarını kontrol altına alabilir miyim, bilemiyorum. Gözlerim utanca baş eğiyor ama dünyamın içine çöreklenen his, gözlerime galip geliyor.
"Sence öğrenci mi?" diye soruyor Sinem. Omzumu silkerek yanıt veriyorum ona. Zira dudaklarımı aralasam aralarından ne çıkacağını ben de bilmiyorum. Hafiften de hüzünleniyorum. Benim gözlerim bir adamın sayesine dahi sinmezken ansızın önlenemez bir şekilde bir adama çarpıyorlar ancak bir başkasının gözleri de aynı adama çarpıyor. Karnımda amansız bir telaş peyda oluyor.
Sınıf doluyor, koca masanın etrafına tünemiş tonla insanın arasında iyice küçülüyorum. Her gelen gözlerini adama doğru çeviriyor. Kim olduğunu merak ediyorlar. Ben halime üzülüyorum.
Saat on bir olduğu vakit uzun saçlı adamın gözleri tekrar havalanıyor. Etrafına bakıyor, kolundaki saati tekrar kontrol ediyor ve kapıyı kapatıyor. Kapıyı kapattığı anda da gözlerinin bebeği aydınlanıyor.
"Herkese merhaba," diyor masanın köşesine kalçasını yaslarken. Sesi kulağa hiç duyulmamış bir ninni gibi geliyor. Ben zaten hiç ninni duymadım hayatımda.
Elleri uzun bacaklarının üzerinde duruyor. Dudaklarında hafif bir gülümseme zihnimdeki toprağa su döküyor. "Muzaffer Hoca bildiğiniz gibi geçen dönem sonunda aramızdan ayrıldı." Biraz kasvet kokuyor kelimeler. Susuyor birkaç saniye. Başını hafifçe önüne eğiyor. "Bu sebeple güz dönemi ve belki de bahar dönemi boyunca da beraberiz."
Masadaki birkaç kız hafif gülüşüyor. Aralarında daha önce bunun konuşması geçmiş, belli oluyor. Ben başımı tırnaklarıma çeviriyorum. Bakışlarımı sakınıyorum. Bakışlarımı. Hürlüklerini ilan eden bakışlarımı. Ama yine de gidip tekrar yüzüne sirayet edecek olan bakışlarımı.
Benim dışımdaki herkes pür dikkat dinliyor onu. Bazıları ona sorular da soruyor. O da yanıt veriyor. Her kelimesi nazik bir biçimde kıvrılıyor. Yüreğimin köşesini ezbere bilirmiş gibi tam o kısım nedensizce acıyor. Dünyam sarsıntılara gebe kalıyor.
"...Yurtdışında yaklaşık beş yıl kaldım," diyor konuşmanın ortasında. Ancak bu kısımlara yetişebiliyorum. "Ardından ailemin ısrarı üzerine tekrar Türkiye'ye geldim. Eğitimime burada devam ettim..."