Bir kasedi ileri sarmak, o kasedin gidişatını değiştirmez. Bir kasedi geri sarmak, olanları yok etmediği gibi olacakları da hafifletmez. Tüm bunların yanında, o kaset oynamaya devam ederken arkada çalan şarkı, ne olursa olsun çalmaya devam edecektir. O halde hayatın nükteli oyununa ayak uydurmaktan başka çaresi olmayan tüm bu insanlar, neden dans etmiyorlar?
Kendime soruyorum,
Kendime doğru utançla bakıyorum. Kendime diyorum ki, sen dans ettin mi de bunca insanı suçlayabiliyorsun?Parmaklarıma bulaşan boyayı kağıdın üzerine doğru sürüp etrafa dökmüş müyüm diye tekrar halıya bakıyorum. Bembeyaz halının üzerinde hiçbir leke yok.
Boran'ın salonu oturduğu apartmanın bahçesine bakıyor. Pencerenin önüne doğru uzanan ağaç, neredeyse dallarını evin içine konuk edebilecek bir konumda. Güneş pek almıyor salonu, karanlık bir havası var. Boran burayı seviyormuş, en çok bu odayı. Karanlık olması, güneş görmemesi pek de kötü gelmiyormuş ona.
Hafif bir yel perdeleri uçuşturuyor, çıplak ayaklarımı kalçamın altına doğru kıvırırken hayatımı kapının ardında bırakmış gibi hissediyorum. Burada bana ait olan hiçbir şey yok ama bana ait olman birçok şey varmış gibi geliyor. Pencereden görünen gökyüzü bile bir başka. Yeniden başlamak mı deniyor buna? Belki de sadece ömrümün yazılı olduğu kalemin mürekkebi bittiği için mürekkebi değiştirmişimdir diye düşünüyorum.
Eski mürekkebe dönmekten ölümüne korkuyorum.
Parmak boyasına elimi tekrar batırıp kağıda boydan boya bir çizgi atarken nefesini ensemde hissediyorum. Hafifçe öpüyor ensemi.
Buna alışabilirim, diyorum. Buna alışmak ve bu alışkanlıktan hiç kopmak istemiyorum.
"Işığı açmamı ister misin?" diye soruyor yanıma çökmeden önce. "Burası iyice karanlık olmuş."
Boyasız olan elimle pencereyi işaret ederken omuz silkiyorum. "Gündüz de pek aydınlık olduğu söylenemez. Güneşin içeri girmesine izin vermiyor." Ağaçtan bahsettiğimi biliyor.
Kağıdın üstündeki lacivert boyayı serçe parmağı ile ileri geri yayıyor. "O ağaç bana küçüklüğümü anımsatıyor," diyor. Bir yandan da kenardaki sarı boyayı önüne çekiyor. "Dedemin salıncak kurduğu kocaman bir ağaç vardı."
O kağıda doğru bakarken benim bakışlarım çoktan ona dönmüş oluyor. O konuşurken yaptığım bütün her şey bir anda boşa gidiyor. Dikkatim savruluyor. Mimiklerini kullanışını, kelimelere tonlamasını, anlattığı şeyin ona hissettirdikleriyle nefeslenmesini izliyorum sadece. O, yaptığım her şeyi yararsız bir işe çeviriyor. Öyle güzel duruyor ki, saniyelerimi boşa geçiriyorum.
"Sanki sen hiç çocuk olmamışsın gibi geliyor," diyorum bir anda. "Olur ya...Kocaman bir adam olarak doğmuşsun. Hep böyleymişsin. Hiç ergen olmamışsın mesela. Hiç hata yapmamışsın. Hiç düşmemişsin..."
"Hiç çocuk olmayan sensin."
O böyle deyince lafımın arkasını getiremiyorum.
"Sanki sen hep böyleymişsin," diyor. "Çocukken bile mahçup. Çocukken bile başı öne eğik. Hiç oynamamışsın, hiç gülmemişsin, hep düşmüşsün ama o yarayı bir türlü iyileştirmemişsin. Banyo yaparken o yara hep yanmış, sen hiç üfleyememişsin."
Bir şey demeden parmaklarımla kağıdı aşağı yukarı tarıyorum. O da bir şey demiyor. Bana ayak uydurarak önümdeki renkleri birbirine yaftalıyor. Bunu seviyorum, bu anı seviyorum. Ben kelimelerden ne kadar korkuyorsam o da kelimeleri o kadar geriye itiyor. Kapıma gelmesinler, beni ürkütmesinler diye.