Akşam güneşi.

10K 1K 334
                                    

Parmaklarımın uçlarından topuklarıma dek yayılmış bir korku baş gösteriyor. O korku parmağımda doğuyor, topuklarımda büyüyor. Bedenim kırgınlaşıyor sanki. Dudaklarımın uçlarında biriken nefes bir türlü dışarı çıkmak istemiyor.

Boran'ın neden beni beklettiğini merak ediyorum. Ondan etkilendiğimi anlamış olma düşüncesi, buz gibi bir suyun altına bırakıyor beni. Dünyanın en yanlış şeyini yapmış gibi hissediyorum. Limon Mahallesi'nin gürültülü kelimeleri zihnimde çivi misali.

Ders bitene dek başım kağıdın üzerinde. Tek bir an bile kaldırmıyorum bakışlarımı. Kaldırırsam düşündüğüm her şeyi anlayacakmış gibi hissediyorum.

Belki de anladı.

Dersi bitirdiği vakitte herkes yavaş yavaş toplanıyor. Ben olduğum yerde ağır bir şekilde hazırlanıyorum. Gözlerimi bile bile kaçırıyor, özellikle kimsenin yüzüme bakmasını istemiyorum. Bakarsam koskoca bir ayıbı göreceklermiş gibi geldiğinden belki.

"Gül, gelmiyor musun?"

Sinem birkaç masa ötemden seslenirken bir yandan da çantasıyla uğraşıyor. Buz kesen ellerimi masanın üstünde hareket ettiriyorum. "Sen git," diyorum. "Ben çizimlerle ilgili birkaç şey soracağım Boran Hoca'ya." Boğazım yanıyor.

Sinem kısa bir an duraksıyor. "Bekleyebilirim."

"Hayır. Sonra konuşuruz zaten." Ona bile isteye böyle davranmıyorum ancak ben konuştukça içimdeki telaş daha da kıvrandırıcı bir hal aldığından sesim normal çıkmıyor.

"Tamam." Sinem'in gözleri üzerimde geziniyor. "Sonra görüşürüz o zaman."

Hafif bir baş selamı veriyorum ve o sınıftan çıkana dek başımı kaldırmıyorum.

Kapının sesini duyana dek bekliyorum.

Kapı kapanıyor.

"Gül," diyor Boran. Sesi soğuk mu yoksa sıcak mı karar veremiyorum, iki ucu da boşluk olan bir ipin üzerinde; hangi boşluğa düşeceğimi hesap etmeye çalışıyorum. Adım sesleri yankılanıyor, başım doğruluyor.

Önümde durana dek yürüyor. Ayakkabısının çıkardığı tok ses kalbimin atışlarıyla yarışır. Çehresinin kırgınlığı, bakışlarının deliciliğine uyum sağlamış ancak hiçbir sonuca varmaya izin tanımıyor. Gözlerimi tekrar yere dikmemek için kendimi sıkıyorum.

Tam önümde durduktan birkaç saniye sonra, fularının bağlı olduğu eli, saçlarıma doğru yöneliyor. Gözlerim sıkı sıkıya kapanıveriyor o anda. Kalbim ağzımda.

Bana uzanan elin bana hep zarar verdiğini gördüm ben. O el hiçbir zaman saçımı okşamadı. Şimdi bir başka el, neden yapsın bunu? Eller hep zarar verir. Eller hiç sevmez. Eller iğne doludur. Tıpkı kalpler gibi.

Titrediğimi biliyorum. Dişlerimi sıkıyorum.

Ama o el saçlarımı hafifçe kenara çekmekten öte gitmiyor. Hatta öyle hafif dokunuyor ki gözlerimin yanışını hissediyorum. Boynumu ortaya çıkarana dek saçlarımı öteliyor, yetmiyor parmakları nazikçe boynuma süzülüyor. Bende durumlar aynı, titremeye devam ediyorum.

"Burası mor," diyor. Gür sesi, göğsümde yankı yapıyor. Parmaklar öne kayıyor. Çenemin altına gelene dek durmuyor. "Burası kızarık. İki güne moraracak." Soluğumun tıkandığı yerde o dokunuşu duruyor. Ben soluklanıyorum. O devam ediyor.

Daha sabah çekilmiş saçlarımı tutuyor. "Bugün örmemişsin saçlarını. Tel tel olmuş, hatta bir kısmı yolunmuş." İkimiz de susuyoruz. Ortaya döktüğü cümlelerin ağırlıkları soluklarımızdan daha ağır bastığı için mi ikimizin bakışları da buluşmuyor bir türlü? Öyle çok titriyorum ki bir de gözlerine denk düşsem, kendimi yerde bulmaktan korkuyorum.

GÜL DÖNÜMÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin