Bölüm 3

50 2 0
                                    



          Cinderellayı yalnızca ayakkabısından tanıyabilen ve aynı ayakkabının aynı zaman dilimi ve aynı yer içinde bir başkasına da olabileceğinin ayrımına henüz varmamış ya da varıp da bunu dışa vurmayı ve masallara körü körüne inanmayı seçmiş çocuklardık biz. Belki de Gargamel o kadar da kötü değil ve Şirin Baba aslında bir dahi değildi. Kırlarda hoplayıp zıplayıp koşturan da pollyannacılık oynamaya alışmış Heidi değildi sanki. Ve kim bilebilirdi ki Tom'un neden hep Jerry'i kovalayıp yakalayamadığını? Belki de Jerry çok şanslıydı. Fazlasıyla.

           Çizgi filmlerin öğrettiği bir şey varsa o da mucizelere her zaman inanmak gerektiği. Bunu bir çizgi filmden öğrenmek her ne kadar kanıksanası bir ironi olsa da daha çocukken beynimizin bir yerinde kendine bir yer buluyor. Ve bir gün inanılmaz saflıkla inanmakta direttiğimiz o umut bittiğinde ya da son kırıntıları kaldığında ne yana dönseniz dört duvarlı bir çıkmaza toslattığında hayat, elinizden gelen sadece beklemek oluyor.

         Bugün tam otuz yaşıma giriyorum. Beni ayakkabılarımdan tanıyabilen bir adam yok hayatımda ve ben de Cinderella değilim zaten, ama bildiğim tek şey "Otuz mu? Otuz. Aman Tanrım!"

             Aynaya baktığımda gördüğüm kişide farklı bir şeyler aradım. Her ne kadar eski ben olmasam da yani daha az makyaj daha fazla doğallık ve daha az para ve daha az kıyafet neyse sanırım bunların hepsi geçmişte kaldı. Yani sanırım. Kısmen.

           Hadi ama yaşlanmadım. Sadece üçüncü evreye geçtim. Üçüncü evre. Yaşlılığa kalan son on yılım ve o on yılın ilk gününün birkaç saati buhar olup uçtu bile. Peki elde ne var? Hiç mi? Kendi işim. Kendi birazcık param. Kendi kira evim. Kendi eşyacıklarım. Kendi az ve öz kıyafetlerim. Ve kendi bekârlığım. Evet hala bekârım. Böyle giderse uzun bir süre de öyle olacak gibi. Yani armudun çöpü üzümün sapı veya tam tersi miydi neyse öyle şeyler düşündüğümden değil tabi. Tamam, tam da öyle şeyler düşündüğümden. Ama biraz seçici olmanın neresi yanlış ki? Sonuçta manavdan karpuz almıyoruz değil mi?

          Her ne kadar artık zengin, sıradışı ve fenomen olmasam da altını çizerek söylemeliyim ki otuzuncu yaş günüm için bir kutlama yapmak içimden gelmiyor. Hem de göz çevremde henüz hafif de olsa kırışıklar başlamamış ve alnımda çizgiler çıkmamış olsa da. Üstelik ayva göbeğim ve kavunvari basenlerimde yok. Ama bu olmayacağı anlamına gelmiyor. Yani zamanla olacaktır değil mi? Biliyorum artık o ihtimal çok daha yakın, çünkü yaşlandım. Artık saçlarımı da sadece renk değiştirmek istediğim için değil beyazlarım çıkmaya başlayacağı için de boyatacağım anlamına geliyor bu. Ne yapıyorum ben böyle? Şimdi sakince o gözlükleri masaya bırakıp aynanın önünden çekilme vakti. Gözlükler mi dedim ben?

            Belki de biraz dışarı çıkmalıyım. Bugün Cumartesi ve hava çok güzel. Üstelik her ne kadar kutlamak istemesem de doğum günüm. Sanırım birşeyleri kabullenmek ve fazla üzerine gitmemek konusunda iyice uzmanlaştım. Ne olmuş yani otuz yaşıma bastıysam? Biraz daha evde kalırsam duvarlar da basacak dayağı. Ben hala gencim, güzelim ve ve ve ve ay tamam üçüncü sıfatım ne olabilir diye düşünüyorum hala başarılıyım. Bu olabilir ama kulağa evli ve çocuklu kadar rahatlatıcı gelmiyor kabul edin.

        Biliyorum herkes evlenmek ve çocuk sahibi olmak zorunda değil ama hayalim bu yani çocuk sahibi olmak, elbette sevdiğim adamdan ve evli olmamız şartıyla. Ama daha bir aday adayı bile yok. Ve ben otuz yaşımdayım. Saat ilerliyor. Tik tak tik tak. Belki de bu yüzden bir mucize bekliyorum işte.

          Hadi ama babam iflas edeli tam altı sene oldu. Bu sekiz sene de büyüdüm ben. Gerçekten. Yani yaş olarak da ama ruhen de büyüdüm. Artık kendi küçük dünyama alıştım. Bir mimar olarak kendi işimi yapmayıp, hatta sevdiğim yazarlığı bile pas geçip büyük bir firmada yönetici asistanlığı yapıyorum. Niye mi çünkü başvurduğum her mimarlık işi babamın yardımları sayesinde bir yerlere gelebileceğimi gösterdi, çünkü hiç tecrübem yoktu. Ve sıfırdan başlasam bile bir adım ardımda hep babam olacaktı. Bu yüzden üç yıldır bir tekstil firmasında yönetici asistanıyım. Buradan aldığım maaş belki bana eski hayatımı vermiyor ama sanırım yetinmeyi öğrendim. Eskileri aramıyorum zaten artık. O sıradışı partileri, zengin ama şımarık arkadaşları, son model arabalarımı, ultra lux evimi ve son moda kıyafetlerimi özlemiyorum. Tamam, kıyafetlerimden birkaçı olabilir ama gerçekten büyüdüm. Patronum daha doğrusu patronlarım –ki onlar karı koca ve benim idollerim- Ali bey Seher hanım ilerleyen yaşlarına rağmen her gün işlerinin başındalar ve tam 43 yıldır hiç ayrılmamışlar. Belki de bu sevimli ve saygın çift olmasaydı işimi bu kadar sevemez ve bu kadar çabuk olgunlaşamazdım.

           Sanırım hepsi buydu. Son sekiz yılın özeti. Annemle babam doğup büyüdükleri memleketlerine dönmüşlerdi. Kardeşim felan olmadığı için de ben de bir başıma bu koca şehirde yaşamaya alışmıştım.

         Hiçbir zaman ağlamayan ben otuz yaşıma bastığım bugün şu anında ağlıyordum işte. Sebep yaşlanmam değildi tabi. Sebep yalnızlığımdı. Güvensiz biri olup çıkmıştım nedenini bilmeden. Eskiden olsa çevremde onlarca arkadaş dediğim kişiyle eğleniyor olurdum şimdi. Oysa bugün Zeynep dışında hiçbiri yoktu. Hepsi sadece para düşkünü servet avcısıydılar. Ama Zeynep öyle değildi. Beraber büyümüştük. Beraber okula gitmiştik. Hatta beraber saçmalamıştık. Ve o beş kuruşsuz kaldığımızda bile beni bırakmamıştı. Çünkü o gerçek bir dosttu, sırdaştı, arkadaştan öte dosttu. Ama şimdi bir süre için İngiltere'deydi.

           Denizden esen ılık rüzgârın yüzümü yalamasıyla düşüncelerimden arınıp kendime geldim. Aynı anda da telefonum çaldı. Arayan Seher hanımdı.

         "Tatlımm, biliyorum bugün hafta sonu ve doğum günün ama şirkete gelebilir misin lütfen?"

        "Elbette Seher Hanım. " diyerek bir taksi çevirdim. Hala bir arabam yoktu. Çünkü eskiye dair istediğim tek şey kırmızı spor arabamdı ve onun için para biriktiriyordum. Şirkete gelince yönetici katının bulunduğu kata çıkmak için asansöre yöneldim. Hafta sonu olmasına rağmen çalışanlar vardı, sonuçta burası oldukça büyük bir şirketti. Yönetici katına gelince asansörden indim ve Seher Hanım ve Ali beyin odasına yürüdüm. Kapıyı iki kere tıklatmamla içeriden buyurun sesinin gelmesi bir oldu. Kapıyı açıp içeri girdiğimde yalnız olmadıklarını, uzun boylu, kumral ve yeşil gözlerindeki bakışın daha ilk anda beni ürküttüğü biri daha vardı. Tam elimi ona doğru uzatmış hoş geldiniz diyecekken Ali beyin sesi bir yana söyledikleri havada asılı kaldı.

         "Sera kızım. Seni torunum Ali Ömer ile tanıştırayım. Ali Ömer bu hanım kızımızda asistanımız Sera. Biliyorsun kızım, artık eşim de ben de epey yaşlandık ve yorulduk. Ali Ömer eğitim için yurt dışına gitmiş sonra da orada kalmıştı. Ama artık döndü. Şirketteki yerimizi ona bırakmaya karar verdik. Eh, Hadi herkes için hayırlı olsun."

MUCİZELER HEP VARDIR DERLER ???Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin