Taehyung
Sırtımdaki her bir kası sızım sızım sızlatan ağırlığa hala alışamamış olmanın verdiği hüzünle gerindim. Böylesine heybetli kanatlara sahip olabileceğimi hiçbir zaman düşünememiştim, vücudum da asla alışamayacak gibiydi, kanatları asla havada tutamıyordum.
Yerde sürünmeye başladıkları an Jungkook'un uyarısıyla kendimi zorluyordum. Bu gidişle sürüklenerek parçalanacaklardı.
İlk şoku hala atlatabildiğimi de düşünmüyordum, gözlerimi açmıştım ve pufff.... Artık bembeyaz kanatlarım vardı.
Jungkook bunu nasıl yapmıştı, ne bok yemek zorunda kalmıştı bilmiyordum ama kendisini tehlikeye attığı için yaşadığım korkuyu asla unutamayacağıma emindim. Hala da tehlikedeydi gerçi, kendimizi kimseye görünmeden merkezden dışarı attığımızda Jungkook hafifçe koluma uzandı ve parmaklarını benimkilere kenetledi.
Donakaldım. Ben. Donakaldım.
Bu herif beni altüst etmekte oldukça başarılıyken ne diyebilirdim ki? Başta her şey onun için çok zor olacak zannederken şimdi beni şaşırtıyordu işte.
"Neden öyle aval aval bakıyorsun? Elini tuttuğum için mi?" dedi ve sırıttı. Cüretkar sevimliliğine tek kaşımı kaldırarak cevap verdim.
"Çadırı kurduğu için utancından yerin dibine giren Jungkook hangi cehennemde onu merak ediyordum." dedim meydan okur gibi. Hafif duraksar gibi olsa da hemencecik her şey-iyi-olacak sırıtışı suratına yayıldı.
Halbuki ikimiz de geri döndüğümüzde olacakları biliyorduk. Geri dönmesek bile bizi bulacaklardı ve bulduklarında sırtımızdaki devasa şeyleri görmezden gelme gibi bir ihtimalleri olmasa gerekti.
Yine de... Ona kızamıyordum işte. Belki kendi kanatlarım için tüm suçu üstlenirsem ona bir şey yapmazlardı. Sonuçta, kim bilecekti? Cehennemde büyümüş lanetli şerefsizin tekiydim herkesin gözünde. Jungkook her zaman cennetin çocuğuyken tabii ki de üstlendiğim suçu sorgulamazlardı. Değil mi?
"Namjoon, değil mi?" dedim ellerimiz birbirine sımsıkı kenetlenmiş sessizce yürürken. Cevap vermeden önce başparmağıyla el sırtımı okşadı.
"Nasıl yaptığını ben de bilmiyorum ama... Yaptı sonuçta. Sorgulamak biraz doyumsuzluk olur." Omuz silkti ve yarım bir gülüşle adımlarını hızlandırdı.
"Tadaa!" diye bağırdığında çoktan manzaranın büyüsüne kapılmıştım. Jungkook yüz ifademden tatmin olmuşçasına sırıtıyordu.
"İlk geldiğimde benim de suratımda buna benzer bir ifade varmış, Hoseok hyung 'ağzın yırtılacak sandım' derdi."
Önümüzde uzanan sonsuz bulutlar, birkaç metre uzağımızdaki uçurumun altında düşünebileceğiniz her türden bitki ve kutsal güzellikte kuşlar vardı.
"Onlara cennet kuşu deniyor." dedi Jungkook uzun parmağıyla rengarenk tüyleri olan kuşları gösterirken. Kuşların gagalarında başlayan kırmızı ton, turuncuya ve sonra sarı ve yeşile dönüşüyordu. Gözlerinin parıltısı uçurumun tepesinden bile fark ediliyordu ve yankılanan sesleri tarifsiz bir huzur bahşediyordu.
"Çok güzel." Dudaklarımdan dökülüverdi sözcükler.
Jungkook uçurumun ucuna kadar tembel adımlarla yürürken ellerini ceplerine soktu ve yüzünde muzip bir gülümsemeyle bana döndü.
"Burası..." dedi heyecanla, "...her cennet meleğinin uçmayı öğrendiği yer. Küçükken Namjoon hyung ve birkaç erişkin melek beni ve yaşıtlarımı alıp buraya getirmişti. Hayatımın en korkunç ve aynı zamanda en harika günlerinden biriydi."