Bazı anlar vardır, yapabileceğini düşünmediğin şeyleri yaptığın ve yaşandığını idrak edemediğin anlar. Umutsuz anlarının boğup gerçek seni bastırmasına nasıl izin verdiğini dahi anlamadığın anlar.
Onlardan birindeydim.
Jungkook'un bilinci kapalıydı ancak gözleri kapanmadan önce, kanatlarımı çırptığım ilk anda nasıl baktığını görmüştüm. Dehşete düşmüş, aynı anda gururlu ve mutlu; acısına rağmen. Bu beni devam etmeye zorluyordu. Arkamızdaki keskilerin okları tükenmiş olacaktı ki kulak tırmalayan seslerinden başka bir şey gelmiyordu.
Zeminin bile görünmediği derinlikteki karanlık uçurumu kanatlarımla aştığımda karşı karaya inmek ve inmemek arasında kalmıştım. Ancak biliyordum ki zemine iniş kalkıştaki kadar kolay olmayacaktı- muhtemelen yere çakılacaktık ve toparlanmamız da uzun sürecekti.
Ama durmazsak da Jungkook gittikçe kötüleşecek, yarasından oluk oluk kan akmaya devam edecekti. Zaten şimdiden kanatlarındaki tüyler sonbahardaki bir ağacın yaprakları gibi dökülmeye başlamıştı bile. İçimi kaplayan paniği bastırıp mantıklı davranmaya çalışıyordum. Keskilerin ulaşamayacağı kadar uzaktaydık, zaten kanatları olmadığı için uçurumu geçemeyeceklerdi.
Neden bize saldıran cennet askerleri vardı?
İrkildim.
Kanatlar yüzünden peşimize düşmüşlerdi. Jungkook'un başına bela açtığını biliyordum. Ama bunun geleceğini görememiştim. Bir a p t a l gibi.
Yapabileceğim en yumuşak şekilde kendimi otluk alana eğimlediğimde kollarımdaki Jungkook'un zarar görmemesi için bacaklarımı hafifçe açtım ve biri öne gelecek şekilde ilk darbeyi karşılarken diğeri de zemine saplanarak dengeyi sağlamamı sağladı. Kuru toprakta durmaya çalışırken toz kaldırmıştım ve etrafım tamamen tozla kaplıydı. Kollarımı Jungkook'un beline doladım ve gövdesi kürek kemiğime gelecek şekilde pozisyonumu değiştirdim. Kanatların ona zarar vermediğine emin olduğumda sol kolumdan aşağı yere sarkan kanadından kanlar süzülmeye devam ediyordu. Toprakta kara bir leke bırakarak ilerlerken tepeden aşağı inmeden kimseye yakalanmayacağımız bir dinlenme alanı gibi görünen kümelenmiş ağaçları gördüm. Gölgelerini çevreleyen devasa otlarla küçük bir çocuğun oyun alanı gibi duruyordu.
Hızlı adımlarla otları geçtiğimde yumuşak toprağın çevrelediği alana diz çöktüm ve Jungkook'u yavaşça yüzüstü yatırdım. Kanatları tamamen toprağa serilmişti ve aralık dudakları susuzluktan ölüyormuş gibi kupkuruydu. Soğuk soğuk terliyor, alnında biriken damlalar toprağın nemine karışıyordu.
Yaralı kanadına elimden geldiğince nazik bir şekilde dokunduğumda bilinçsiz bedeni acıdan sıçradı ve o anda kanadının alt kısmından başlayıp yukarı doğru dallanan morumsu çizgileri gördüm.
Kanatları ölümü kusuyor gibiydi.
Panikle derin bir nefes aldım ve kanadını hafifçe öptüm, dudaklarımın değdiği her yerde oluşan mavi parıltı oldukça zayıftı. İşe yaramıyordu.
Melek öpücüklerinin her şeyi iyileştirmesi gerekiyordu. Tek bir şey hariç.
Geldiğimiz yoldan gelen hışırtıları duyduğumda neredeyse ilkel bir refleksle tehlikeye doğru atıldım. Üstümüzdeki ağacın dalları arasından sıyrılıp kendimi havaya fırlattım ve tam tersi yöne, toprak zemine eğimlenerek sesin kaynağına doğru düşmeye başladım. Gözlerimin etrafında oluşan yanma o an umrumda olan son şey olabilirdi.
Sesin sahibi arkası dönük, neler olacağından habersiz etrafına bakarken sadece sıcaklığını görüyordum adeta. Tüm gücümle boğazından yakaladım ve üstüne çıkıp üstünlük kazanana kadar yerde birkaç kez yuvarlanmamızı sağladım. Dişlerimin açık ve saldırmaya hazır olduğunun farkında bile olmayabilirdim ama az sonra hissedecektim.