olur öyle şeyler.
on sekizinci yaş günümden beri hayat felsefem buydu ve şimdi çalışmam gereken konular dağ gibi yığılmışken, annem üç gündür eve gelmiyorken ve kahve tutan ellerim soğuktan titrerken kendi kendime söylediğim şey de buydu.
olur öyle şeyler.
derslerine zerre çalışmayan ama bir gün jyp'nin başına geçeceğine inanan jinyoung da benden farksız bir şekilde oturuyordu. "junmyeon sunbae bizi çağırıyormuş," dedi montuna daha sıkı sarılırken. "yine iş yaptıracak galiba."
üniversitenin ilk senesi biraz böyleydi işte. sunbaeler sürekli bir şeylere yardım etmenizi ister ve siz de hay böyle işin içine diye bağıramadığınız için yapmak zorunda kalırsınız. diğer üniversiteleri bilmem ama burada böyle.
"jisung'a mı yaptırsak?"
park jisung, jinyoung'un kendisinden üç yaş küçük kardeşiydi. kedi gibi bir şeydi ama boyu ikimizden de uzundu. junmyeon sunbaenin senenin başında verdiği broşür dağıtma işini jisung okula abisini ziyarete gelince ona kakalamıştık. kedi gibiydi, jinyoung'a zerre benzemiyordu, boyu uzundu bu yüzden de üniversiteli gibi duruyordu. üniversite hayatımızın ilk görevini başarıyla atlatmıştık ama jinyoung ertesi gün okula geldiğinde jisung'un ona küstüğünü söylemişti.
kendisini dilenci gibi hissetmiş.
kedi gibi olan jisung'a çok üzüldüğüm için bir nevi dilencilik olan bu görevi bir daha ona vermedik zaten o da okula gelmedi. şimdi dipte azıcık kahve kalan plastik bardağımı çöpe atarken kahvenin duvara sıçramamasına özen gösterdim ama jinyoung öyle yapmadı. duvar kahve oldu, görevli bize baktı, jinyoung koşarak junmyeon sunbaenin odasına girdi, ben de arkasından bakakaldım. jinyoung, jyp'nin başına geçmek istiyordu ama idollerle tanışmak için değil, kendi adına bir şirketi olmasını istediği için. belki adım soo won değil de soo man olsaydı ben de smin başına geçebilirdim ama değildi. park soo won basit bir isimdi dolayısıyla ben de basittim.
şimdi junmyeon sunbae, kedi gibi olan jisung'un dilencilik dediği işi yine bize veriyordu. broşür dağıtmak kutsaldır, diye mırıldanıyordu bir yandan. sunbae, jinyoung gelirken duvara kahve sıçrattı diyemedim ama uzattığı broşürleri aldım. jinyoung odadan çıkmadan önce tekrar eğildi, arkadan atıp atıp karşılaşınca yüzüne gülen insan modeli gibiydi.
kutsal görev parmaklarımın arasındayken ve kağıtlar az da olsa parmaklarımı keserken jinyoung yine koşmaya başladı, arkasından koşmadım ya da ona bağırmadım sadece yürümeye devam ettim zaten o da bir süre sonra kıymetli poposunun üstüne düştü.
🏵
"bahçeye çıkalım, önümüze gelenin eline tutuşturalım gitsin." jinyoung'un dahiyane fikriyle sıcaklığı nereden baksanız eksi elli derece olan bahçeye çıktığımızda soğuktan ağlamak üzereydim. yine böyle bir kış gününde tüm insanlık üniversite sınavlarına hazırlanırken ben aşık olmuştum. çocuk, jinyoung'un arkadaşı olduğu için onunla konuşmasını istemiştim. sonuç tabii ki olumsuzdu, diyorum ya tüm insanlık üniversite sınavına çalışıyordu -jinyoung da dahil- bense sevgili yapmaya çalışıyordum. reddedilmem şaşırtıcı değildi. dışarısı yine eksi elli derece gibiydi, salıncaklar buz tutmuştu ve ben ağlıyordum. jinyoung ciddi bir yüz ifadesiyle bana bakmadan hemen önce "ağlarsan gözyaşların donar." demişti ben de gözyaşlarım donmasın diye susmuştum.
yine o soğuklardan birisindeydik, aklımda jinyoung'un söylediği o saçma cümle vardı. broşürleri uçmaması için daha sıkı tutarken başparmağımın kanadığını fark ettim ama umursamadım. olur öyle, dedim. sonra buna güldüm. jinyoung yanımda ağzından buhar çıkarırken ona döndüm.
"bu böyle olmayacak," dedim ciddiyetle. "bizim gidip kibarca konuşup vermemiz lazım, kimse bize gelip broşür dağıtıyorsanız alırız demez." jinyoung kafasını salladı hala ağzından buhar çıkarmaya devam ediyordu. onu öylece bırakıp ilk gördüğüm arkadaş grubuna gülümseyerek ilerledim ama suratımda böcek varmış gibi kaçıştıkları için olduğum yerde kaldım. birkaç kişi daha beni böyle reddedince kedi gibi olan jisung'un neler hissettiğini anladım. sinir bozucu bir durumdu.
az önceki arkadaş grubunun kalktığı banka doğru ilerledim. kutsal görevimiz olan broşürleri bankın üstüne bıraktım. ben oturur oturmaz kar yağmaya başladı aklıma kimchi geldi. büyük ihtimalle ağzında plastik balığıyla yatağımda yuvarlanıp duruyordu. yavaşça havaya kaldırdığım avucuma kar doldu ama hemen eridi, aklıma annem geldi ama o da avucumda eriyen kar taneleri gibi zihnimde hemen kayboldu. kesik parmağım sızladı, önemsemediğim kesiğin aslında derin bir yara olduğunu fark ettim. olur öyle, diyemedim. babam da telefonda kızım diyemedi. bazen insanlar diyecek bir şey bulamaz, annem beni bu yüzden üç gündür aramıyordu. umursamadım ya da öyle sandım. ayağa kalkmayı denedim ama başaramadım. bazen insan ayağa da kalkamaz. on sekizinci yaş günüm beni uykumdan uyandırdı, pastanın üstündeki mumlar yüzümü yaktı, sözde ailem dilek diliyorum sandı ama ben sadece durdum. hayat da benimle beraber durdu, mumlar erimeye başlayınca babam beni uyardı son anda 'mutlu olayım.' dedim ama dışından söylersen dileğin kabul olmaz. kimse duymadı belki ama kural buydu. mum söndü, hediyeler verildi. babam bir dilim pasta yedi, iyi ki doğdun dedi ama pek içten değil. annem ortalığı topladı sonra da yatmaya gitti ben de kimchi'ye sarılıp uyudum. on sekizinci yaş günüm pek de güzel değildi.
sessizliği telefonumun mesaj sesi bozdu, jinyoung broşürleri dağıttığını söylüyordu. banka koyduğum bir deste broşüre baktım sonra mesaja. avucumda eriyen karları üstüme sürdüm, burnumu çektim yine kalkmayı denedim. kutsal görevimiz olan broşürleri parmaklarımın arasına sıkıştırdım ama sonra adım sesleri duydum. "broşürler fazlaysa alabilir miyim?" dedi. önce önüme döndüm, parmağımdaki kesiğe diğer parmaklarımla kanamasın diye baskı yaptım sonra yüzüne baktım.
"hepsini mi?"
"kalabalık bir arkadaş grubum var." gülünce ben de güldüm. "ne kadar kalabalık olabilir ki?" elimdeki bir deste broşüre göz attım. kaşının üstündeki kesiğe baktım o da kanaması duran parmağıma baktı. "yirmi kişiyiz," dedi gözleri tekrar gözlerime değdi. ağzımdan bir 'yuh' kelimesi çıktı. daha çok gülmeye başladı. gülüşüne bakarken yavaşça broşürlere uzandı.
"teşekkür ederim."
hafifçe eğdiği başı kahverengi saçlarını gözlerinin önüne düşürdü. biraz da onlara baktım. rica ederim, diyemedim. o da bir şey demedi. büyük gözleri gözlerimi buldu, broşürlerin üstüne kar düşerken "adım taeyong," dedi.
sesimi içimde bir yerlerde buldum. "soo won," dedim duyduğuna emin değildim ama başını salladı. gülümsedi ben de gülümsedim, karlar broşürün üstünde eridi ama ben onu aklımdan bir türlü silemedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
folleto ¦ lee taeyong
Fanfiction"Her yangına ateş taşıdım da seni uğurlarken yoluna su döktüm. Üç defa öptüm alnından. Üç defa geçtim aşk kelimesinden de artık geçmem harfinden dedim. Bazen gökyüzüne baktım, bazen toprağa. Her taşın gediğinde bir şey aradım. Hayattı, çekiyordu, iç...