이십

237 32 57
                                    

gözlerimi odamın kapısının kapanma sesine açtığımda saat on ikiydi

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

gözlerimi odamın kapısının kapanma sesine açtığımda saat on ikiydi. genelde boş konuların döndüğü sınıf grubunda ilk defa işime yarayacak bir bilgi olan ders iptali mesajını görmüştüm. daha önceden de bahsettiğim kore edebiyatı dersimiz bu haftalığına profesör iptal etmişti. 

aslına bakarsanız üzülmüştüm, kendimi kendim gibi hissettiğim sayılı derslerden birisiydi. profesör geçen dönem alakasız konular hakkında konuşmamızı istese de bu dönem ilk ödevimiz on dakikalığına aynanın karşısında oturup kendimizi izlemekti. on dakika benim için bir ömür gibi geçse de sonrasında aynaya bakmaya daha az çekinir olmuştum. 

çok çirkinim bu yüzden aynaya bakmak istemiyorum, aynadakini görmek istemiyorum gibi düşüncelerim yok. yalnızca kendimle yüzleşmekten çekiniyorum. kendi gözlerimin içine bakmaktan ve bir anlığına tüm bunların gerçek olduğunu fark etmekten. o kısa süreli fark ediş anını yaşamaktan çekiniyorum işte. 

"noona?" 

"daha iyi misin?" 

dersin iptal olması işime yarayacak bir bilgiydi çünkü jisung havaların ısındığını görür görmez jinyoung ile beraber bir oturuşta üçer paket dondurma yemişti. cuma sabahına her ikisi de onların tabiriyle boğazlarında kocaman bir kurbağa ile kalkmışlardı, benim tabirimle boğazları şişmişti. jinyoung her ne kadar gitmemek için dirense de bugün önemli bir sunumu olduğu için gitmek zorunda kalmıştı, jisung ise okulunu velisi olarak aramamla birlikte yatağına dönüp bebekler gibi uyumuştu. 

"iyiyim ama karnım acıktı." 

"pekala," dedim üstümdeki örtüyü kaldırırken. onlar her ne kadar yaz mevsimine girdiğimizi düşünseler de ben hala kalın battaniyelerin altında yatıyordum. 

"hyung aradı." diye devam etti sözlerine, üstünde bir omzundan düşmüş bir hırka vardı. ayaklarındaki totoro'lu terliğe baktım, ayaklarını sürüyerek yürüyordu. başparmaklarını birbirine sürterek konuştuğunu görünce başını okşamak geldi içimden, okşadım da. başını okşadım, gülümsedim. tıpkı kimchi gibi sevilince başını omzuma yatırdı, koridoru böyle sarmaş dolaş geçip mutfağa ilerledik. "doyoung sunbae diye birisi seni sormuş, seni aramış ama ulaşamamış ve sinirli bir tavşana benziyormuş ve de seni görürse dövecekmiş. doyoung sunbae kötü biri mi, noona?" meraklı küçük gözlerini gözlerime dikince güldüm. "hayır," dedim. "korkma, yalnızca arkadaşım."

"neden sinirliymiş?" dedi. 

"onun mizacı öyle," dedim gülerek. "ne yemek istersin?" 

"mizaç ne demek noona?" şirince sorduğu soruya karşılık daha çok gülüp buzdolabından yumurtaları çıkardım. "yapısı öyle yani." 

"anladım!" dedi sevinçle. dolaba tekrar uzandığımda telefonumun çalmasıyla duraksadım. pijamamın minicik cebine sıkıştırmıştım ve alarmdan sonra sessize aldığım için yeni yeni titreşimini hissediyordum.

"sinirli tavşan mı arıyor?" jisung kendi söylediğine gülerken ben de gülümsedim ve aramayı cevapladım. "efendim, sunbae?"

"soo won yardımın lazım." 

"bir sorun mu var?" dedim telaşla. "evet," dedi doyoung sunbae. nefes nefese kalmıştı. "bizimkiler halı sahaya gitme kararı almışlar ama araba eksiğimiz var. rica etsem beni ve johnny'yi bırakabilir misin?" 

"tabii sunbae, saat kaçta ve nereden alayım sizi?" 

"bir saat sonra johnny'nin evinin önünde olacağız. gideceğimiz yer biraz uzakta, üç otobüs değiştirmemiz gerekmeseydi seni rahatsız etmezdim. üzgünüm." 

doyoung sunbae ne kadar üzgün olduğunu dile getirirken dün akşam yan komşumuzun zorla bıraktığı havuçlu keki de koydum masaya. jisung gözleri parlayarak hepsinden tabağına alırken telefonu kapatıp yanına oturdum. "nasıl hissediyorsun kendini?" diye sordum yine. "daha iyiyim." diye mırıldandı, kucağına tırmanmaya çalışan kimchi'ye gülümseyerek bakarken. "birkaç saatliğine bir yere gitmem gerek, jisung. ikiniz evde kendi başınıza durabilir misiniz?" jisung hevesle başını salladığında oturduğum yerden kalkıp üzerimi değiştirmek için odama çıktım. bu sırada jinyoung'a kimchi ve jisung'un evde bir süreliğine yalnız kalacaklarını yazmıştım. jinyoung'un da onaylayan mesajını aldıktan sonra jisung ve kimchi'yi öpüp evden ayrıldım. 

doyoung sunbae fena birisiydi. doyoung sunbae gerçekten fena birisiydi, birisi yemeğinden yemeye çalışırsa çatalını koluna batırıyordu, birisini bir iddiada yendiğinde dil çıkartıp herkesi sinir ediyordu ve aklından hep planlar geçiyordu. 

bunları söylüyordum çünkü johnny sunbaenin evine ulaştığımda kapıda beni bekleyen doyoung ve johnny sunbae değil taeyong ve minicik bir çocuktu. beni gördüğüne son derece şaşırdığı belliydi. 

araba eksiği olduğunu söyleyen doyoung sunbae halı sahaya johnny sunbaenin arabası ile giderken yuta sunbae koca araba ile tek başına gitmişti. 

"klimayı açmamı ister misin?" diye sordum bir kez daha. hava soğuk değildi ama taeyong'un yanındaki minik oğlan tıpkı jisung gibi biraz üşütmüştü. "gerek yok," dedi. "arabada ısınırsa dışarı çıkınca üşüyebilir." başımı salladım. yollar altımızdan kayıp gidiyorken taeyong oturduğu yan koltuğa biraz daha yerleşti. "yuta'nın kardeşi, shotaro." dedi başıyla arkayı işaret ederken. "dün gece bizimle kaldı, sabah bizi yuta alacak diye düşünüyorduk ama sen geldin." ses tonu bu durumdan rahatsız oluyormuş gibi değildi, aksine yalnızca şaşırmış ve sorguluyor gibiydi. bu yüzden suratımı düşürmeyip gülümseyerek başladım konuşmaya.

"doyoung sunbae," dedim. "araba eksiği olduğunu, onu almamı söyledi." 

"doyoung ve oyunları," dedi. "bizi yakınlaştırmaya çalışıyor." 

"rahatsız oluyor musun?" dedim. navigasyon dönmemiz gerektiğini gösterdiğinde sağa doğru yaklaştım bu sırada, arabanın içinde yalnızca radyonun kısık sesi geliyor arada bir de navigasyondaki kadın talimat veriyordu. "hayır," dedi. "sen?"

arabadaydık, radyoda the black skirts çalıyordu. o gece ona onu sevdiğimi söylediğimde de the black skirts çalıyordu. 

"hayır," dedim. "çünkü zaten seni seviyorum." 

güldü. 

güldüğüne inanamadım. o kadar inanamadım ki arabayı durdurup bakmak istedim. ama durdurmadım, yollar düzleştikçe kaçamak bakışlar attım. parlak gülümsemesine ve yanaklarındaki minik kızarıklığa. 

kırmızı ışıklarda durdukça aynadan arka koltukta mışıl mışıl uyuyan oğlana baktım, taeyong da bazen birkaç dakikalığına gözlerini kapattı ama uyuduğundan emin değildim. 

beş altı arabanın sıra sıra dizildiği park yerine geldiğimizde motoru durdurmadan ona bakmak için başımı çevirdim, yüzü bana dönüktü, kapalı gözlerini izledim. 

sonra motoru durdurdum, taeyong'un uyuyan yüzüne bir kez daha baktım gülümseyerek. arka koltukta uyuyan minik oğlanı uyandırmak istedim ama çoktan uyanıktı ve o da gülümseyerek bizi izliyordu. 

bu bölüm bir oturuşta yazıldı...nasıl oldu hıc bilmiyorum biraz yazmak istedim sadece...

folleto ¦ lee taeyongHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin