çabuk üzülen birisi oldum hep. jinyoung hariç kimseyle arkadaş olamadığımda çok üzüldüm. insanlar arkamdan bilip bilmeden konuştuğunda üzüldüm. yolları yere bakıp yürüdüm, bu yüzden ömrümün bir kısmında gökyüzünü hiç görmedim.
ben her şeye üzülen birisi oldum, perdenin kırışmasına, kalemimin bozulmasına bile üzüldüm çünkü hepsinin altında bir neden yatıyordu. her şeye üzüldüm, hatta bazı geceler jinyoung ve jisung da beni bırakıp giderse diye düşünüp ağladım.
kısacası hep üzüldüm. annem başımı okşamadıkça, babam bana gülümsemedikçe üzüldüm işte.
"sana hiç teşekkür edemedim," dedi. bacaklarını yere sarkıtmıştı, ikimiz de yatağında oturuyorduk. dolabının önündeki pembe pelüş tavşana bakıyordum, bileğimi saran parmakları hâlâ orada gibiydi. "ve senden hiç özür dileyemedim."
"neden ki?" dedim. tavşanı izliyordum hâlâ, taeyong yanımda kıpırdandı. omzu omzuma değiyordu. omzu omzuma değiyordu, sıcacıktı. derin bir nefes alıp verdi, böylelikle omuzları hareket etti. hissettim.
"hye na'nın beni aldattığının farkındaydım." dedi. "bazen psikoloji okuduğumu unutuyor." güldü. güldü ama hüzünlü bir gülüştü. "hareketleri onu ele verdi."
"ne zaman?" dedim.
"sınavlardan birkaç gün önce."
"bu yüzden okulun uzadı değil mi?" diye sordum. başını salladı. "neden onun evinde kaldın o hâlde?"
"emin olmam gerekiyordu." dedi.
taeyong başını çevirdi ve omzunun üstünden baktı bana. sanki bir yarım saat önce aşağıda bana en uzak köşede oturan adam o değilmiş gibiydi. sanki onun odasına girdiğim anda onun için güvenli alana girmiş gibiydim. bana kendisini yavaş yavaş açıyordu ve şikayetçi değildim. kocaman dolabının önündeki pembe tavşana bakıyorken omzu omzuma değiyorken bir köşedeki akvaryumuna bakıyorken huzurluydum.
on sekiz yıllık hayatımda ilk defa bu kadar huzurlu hissediyordum kendimi.
"o gün durakta seninle karşılaşmayı beklemiyordum. bana onu gördüğünü söylediğin an kafamdaki tüm düşünceler yerine oturdu ve bu işi bitirmeliyim, diye düşündüm. çok bekledim, bitirmeliyim."
"bana kızacağını, garip bir tepki vereceğini biliyordum ama kampüste o şekilde çıkışmasını beklemiyordum, doğru düzgün seni de koruyamadım."
"önemi yok, sunbae."
"teşekkür ederim," dedi. büyük gözleri doğrudan gözlerime baktı. azıcık bir lambanın aydınlattığı odaya güneş doğmuş gibi hissettim.
"ve özür dilerim."
omuz silktim. "herkes aynı şeyi yapardı." dedim.
"o gece sana kaba davrandım," diye devam etti sözlerine.
"yanıldın, sunbae." dedim yürek yemiş gibi. sanki konuşmam gereken bir gece varsa o da bu gece gibiydi. taeyong'un yanında otururken ve duvarındaki 'kendimi seviyorum' yazısına bakarken.
"yanıldın, geçmedi. geçecektir demiştin ama geçmedi." gözlerini kapatıp gülümsedi. "korktum," dedi. "korktum çünkü dört yıllık güven dolu bir ilişkinin bir anda nasıl parçalandığını gördüm."
başımı salladım, "parçalanan ilişkiler bana yabancı değil," dedim. annemle babama bakmak yeterli.
"sunbae," dedim. bacaklarımı ona çevirdim, yüzümü ona döndüm. güzel yüzüne baktım, o da bana bakıyordu. ışıklar göz bebeklerine vurdukça parlıyordu, hem ağlamak hem de öpmek istiyordum gözlerinden. "taeyong," dedim tek nefeste. "taeyong." adını söylemek, camı açıp adını bağırmak, uzunca bir uykudan adını söyleyerek uyanmak istedim. "sen her şeyi, herkesi seviyorsun." dedim. "ağaçları, kuşları, balıkları, köpekleri ve hatta insanları."
"beni de sev."
derin bir nefes aldım.
"beni de sev, lütfen."
sonra ağladım. hüngür hüngür ağladım, paramparçaydım, kun sunbae haklıydı. ellerimi yüzüme bastırıp ağladım, sessiz hıçkırıklardı.
o gece sessiz sessiz ağladım taeyong'un yanında. on sekiz yılın patlaması gibiydi. o gece herkese ağladım, taeyong da sırtımı sıvazladı.
唐
chenle beni eve bıraktığında gözlerim yerinden çıkacak kadar şişmişlerdi ve acıyordu. taeyong'un odasından çıkıp bitap bir halde aşağı indiğimde salonda yalnızca doyoung sunbaeyi ve chenle'yu görmüştüm. johnny sunbae çoktan yatmıştı ve saat sabaha karşı üçtü.
bir saatlik hıçkırarak ağlamalar silsilesinden sonra hıçkırıklarım sessiz, derin nefeslere dönüşmüştü. bir saatin sonunda taeyong yanıbaşımdan kalkıp balıklarını beslemişti, odasının tozunu almıştı, şapkalarını özenle yerine asmıştı, ben de yatağından kalkıp kahverengi sandalyesine oturmuştum. sonra taeyong yüzünde minik bir gülümsemeyle yanıma gelmiş, yatağının içine girmiş ve parlayan gözlerle bakmıştı bana.
bir saat boyunca uykuya dalma çabasını izlemiştim ben de, bir saatin sonunda yine bir saat daha uyumasını. odasından çıkmadan hemen önce üstünü örtmüştüm ve gece lambasını söndürmüştüm, komodinin üstündeki fazla su dolu bardağı almış ve aşağı inmiştim.
şimdi de evdeydim işte. jinyoung salonda televizyon izlerken uyuyakalmış, onu uyandırmaya çalışıyordum.
"hadi," dedim.
"ne?" dedi, uyku sersemi kafasını koltuktan kaldırıp geri yattı. bir süre sonra gözlerini hızla araladı, "jisung?" dedi. "yukarıda," dedim. "uyuyor mışıl mışıl."
sonra jinyoung odasına gitti, kalktığı yere ben oturdum. duvarı izledim, jinyoung'un jisung gidecek diye telâşlanmasına üzüldüm.
duvardaki saat yediyi gösterirken kalktım oturduğum yerden, odama gittim. hiç bozulmamış yatağa bıraktım kendimi ve yastığa başımı koyar koymaz uyudum.
huff~
ben geldimm
ŞİMDİ OKUDUĞUN
folleto ¦ lee taeyong
Fanfiction"Her yangına ateş taşıdım da seni uğurlarken yoluna su döktüm. Üç defa öptüm alnından. Üç defa geçtim aşk kelimesinden de artık geçmem harfinden dedim. Bazen gökyüzüne baktım, bazen toprağa. Her taşın gediğinde bir şey aradım. Hayattı, çekiyordu, iç...