jinyoung'a dair sevdiğim özelliklerden birisi de konuşmak istemediğim zamanlarda sanki hissediyormuş gibi benimle konuşmaya çalışmamasıdır. yine o günlerden birinde ben ısrarla duvarları izlerken jinyoung karşımda oturuyor ve telefonuyla oynuyordu. "kahve alacağım kendime, sen de istiyor musun?" omuz silkmemle birlikte ayağa kalkıp otomata doğru ilerledi.
jinyoung yanımdan kalkınca ben de gözlerimi duvardan ayırıp etrafı izlemeye başladım. koridordaki çoğu masa sınav haftası yaklaştığı için dolmuştu, burada oturan insanlar kütüphanede yer kalmadığını açıkça gösteriyor gibiydi. ders çalışanlara biraz daha baktıkça ders çalışmayanların yalnızca jinyoung ile ben olduğunu fark ettim ve bu durum canımı sıktı. ders çalışmam gerektiğinin farkındaydım, masamdaki tarih kitapları ve sayfa sayfa notlar öylece bana bakıyordu ama hâlâ boş boş oturuyor ve neler olacağını düşünüyordum. jinyoung'un ya da jisung'un hatta belki de jaemin'in arada bir akışına bırak artık sözlerine kulak vermem gerektiğini de biliyordum ama yapamıyordum.
jinyoung kahvesini aldı, sıcak kahvenin parmaklarını yaktığı açıkça belli oluyordu biraz parmaklarına üfledi, benim gibi etraftaki insanları izledi ve en sonunda masamıza geldi. "junmyeon sunbaeden azar yedim."
"yine ne yaptın?" kahvesini masaya koyarken bana kırılmış gibi baktı ama kırılmadığını biliyordum. "kulübün grup sohbetine sticker attığım için. orası yalnızca önemli şeylerin konuşulduğu ve çok fazla kişinin olduğu bir grupmuş, insanlar mesajlarımdan rahatsız olabilirmiş."
jinyoung delirmişcesine sticker yapan bir tipti, fakültede bizim dönemdekilerin gizli gizli fotoğrafını çeker sonra da stickerlarını yapardı. "jaemin buraya doğru geliyor." ilginç sesler çıkararak içtiği kahvesi ders çalışan birkaç kişinin bize bakmasına neden oldu.
"selam." jaemin kocaman gülümsemesiyle yanımıza oturduğunda kendimi biraz daha iyi hissettim.
jinyoung'a, jisung'a, kimchi'ye ve şimdi de jaemin'e sahip olmak benim için bir şans gibiydi. çok da iyi gitmemiş hayatımda biraz olsun mutlu olabilmem tamamen onlara bağlıydı. çoğu insanın arkadaştan yana yüzü gülmezken benim gülmüştü.
"sen ne okuyorsun?" jinyoung sonunda bitirdiği kahvesini çöpe atıp geldi, karton bardağı kağıt değil de plastik kısmına attığını görüp göz devirdim ve kalkıp kağıt atık kısmına attım bu sırada da jaemin ile jinyoung konuşmalarına devam etti. "endüstri mühendisliği, sen?" jinyoung'un kendine güvenerek söylediği bölümünün üstüne gülesim geldi, daha kağıt ile plastiği ayırt edemiyordu ama bir şey demedim. "mimarlık."
bense tarih okuyordum. geçmişe takılı kalmış birisi için en okunabilecek bölümdü.
"jyp'nin başına geçeceğim."
"vay be, sunmi de jyp'de değil mi? beni tanıştırırsın." jaemin gülerek söylediği cümlesini göz kırparak bitirdiğinde daha çok gülesim geldi. daha az önce yalnızca duvarı izlemek isteyen ben şimdi gülerek duvarı izlemek istiyordum, büyük bir değişiklik vardı.
"neredeyse söylemeyi unutuyordum. soo won, bizimkiler seninle tanışmak istiyor."
lee taeyong.
yaz yağmuru gibi ansızın aklıma geldi, tek başıma olsaydım gözlerimi kapatıp büyük gözlerini düşünebilirdim ama etrafta çok fazla insan vardı. lee taeyong, daha önce yalnızca bir kez konuştuğum ama iyi bir insan olduğuna emin olduğum birisiydi. yalnızca bir kez konuştuğum ve yalnızca bir kez duyduğum tatlı ses tonu hâlâ kulaklarımdaydı.
"ne dersin?"
jaemin'i çok bekletmeden başımı sallarken aklıma onu da göreceğim geldi, gülümseyerek izlemek istediğim duvar kayboldu ve yerine taeyong'un güzel yüzü belirdi.
⛅
tutulamayan sözlerin verdiği ağırlık.
ben on üç yaşındayken işten gelen babamın ceplerini kontrol ettiğimi hatırlıyorum, çikolata arıyor olurdum. bazı günler çikolata almayı unutan babam bana sözünü tutmamış gibi gelirdi ve ben ertesi güne kadar bu duruma üzülürdüm. sonra babam annemi aldattı, anneme verdiği sözü de tutamadığını fark ettim.
şimdi okulun yakınlarındaki küçük ama sıcacık bir kafede on dokuz kişilik arkadaş grubuyla oturuyoruz. doğal olarak en çok ses bizim masamızdan çıkıyor, adının chenle olduğunu öğrendiğim sarı saçlı çocuk bana bakıp bakıp gülümsüyor -çünkü ablasına çok benziyormuşum- ben de ona gülümsüyorum çünkü bana jisung'u hatırlatıyor. on dokuz kişiyiz, taeyong geç gelecekmiş çünkü dersi geç bitiyormuş, sıcak çayımdan bir yudum alırken psikoloji okuduğunu öğreniyorum, son sınıf. yakında mezun olacak olması canımı sıkıyor ve kendime neden diye soruyorum ama bir cevabı yok, bazen bir cevabın olmaz ve tutulamayan sözler ağırlık verir.
kapı açıldı, kafe bir anda daha da sıcak oldu, taeyong içeri girdi parmaklarının arasında birkaç kitap vardı, içimden kalkıp sarılmak geldi ama oturmaya devam ettim. taeyong ona el sallayan jaemin'i gördü, sanki bir anda yüzü aydınlandı. ben karşımdaki boş sandalyeye oturmasını beklerken chenle bir bana bir taeyong'a bakıp gülümsedi.
lee taeyong minik bir kafeden içeriye girseydi soo won'un aksine kalkar sarılırdım.
ağlamak istiyorum galiba.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
folleto ¦ lee taeyong
Fanfic"Her yangına ateş taşıdım da seni uğurlarken yoluna su döktüm. Üç defa öptüm alnından. Üç defa geçtim aşk kelimesinden de artık geçmem harfinden dedim. Bazen gökyüzüne baktım, bazen toprağa. Her taşın gediğinde bir şey aradım. Hayattı, çekiyordu, iç...