insan yaşı ilerledikçe doğum günlerinde ağlamaklı oluyor, ben henüz on dört yaşındayken ve babamın kırk birinci yaş gününü kutlarken de durum böyleydi. pastanın üstündeki mumlar annem yavaşça yürüse bile rüzgardan etkileniyordu ve sönmek üzere gibi gözüküyordu. babamın yanına ulaşana kadar belki dört kere mumlar sönmesin diye durakladı ve en sonunda pastayı yemek masasının başında oturan babama uzattı.
babam dilek dilemedi. babalar hep mi dilek dilemez diye düşünürüm hala ama babam dilek dilemedi. annemin sönmesin diye dört kere durduğu mumları bir üfleyişte söndürdü, pasta kesildi ve herkes birer dilim yiyip dağıldı. o gün babamdan çok ben heyecanlıydım.
ama diyorum ya insan yaşı ilerledikçe doğum günlerinde ağlamaklı oluyor ve dilek bile tutamıyor çünkü üzülüyor. bir yılım daha gitti diye üzülüyor, boşa geçirdim diye üzülüyor, daha çok şey yapmalıydım diye üzülüyor ve kendine söz veriyor bu yaşımı pişmanlık dolu bir şekilde geçirmeyeceğim.
seneye de aynısı oluyor.
bu bir döngü, kısacası.
saatlerce arabada oturduğumu fark etmedim, çoğu şeyi fark etmediğim gibi. öğle yemeği vaktinin geldiğini onlarca insanın yemekhaneye koşar adım gitmesinden anladım. arabadan çıktım ama yemekhaneye gitmeden kenardaki bir banka oturdum. yemekhaneye gitmedim çünkü midemi dolduran bir şey vardı, bayan park'ın söyledikleri mideme oturmuş gibiydi. jisung'un beni annesi gibi görmesinde bir sorun tabii ki yoktu ama bu üzülmeyeceğim anlamına gelmiyordu.
tıpkı jaemin'in bahsettiği gibi büyük bir çınar ağacına dönüşmüştüm ve sevdiklerim bana sırtlarını yaslıyorlardı.
aslına bakarsanız, kırgındım.
anneme, babama, kimchi'nin annesine, bir zamanlar evimizde çalışan ve beni büyüten görevli bayan kim'e, bay ve bayan park'a, kendime.
tüm bunlar yaşanmak zorunda mıydı, diye sordum en sonunda. sormayı hiç düşünmüyordum çünkü kendime sürekli evet cevabını veriyordum ama en sonunda sordum işte. tüm bunlar yaşanmak zorunda mıydı? henüz küçücük bir çocukken önce babam sonra da annem tarafından terk edilmek zorunda mıydım? iyi bir ebeveyn olmak yalnızca çocuğa para göndermekle mi oluyordu? büyük bir evde aileleri tarafından sevilmeyen üç çocuk birlikte yaşadığında her şey çok daha sağlıklı mıydı?
babam o akşam telefonu kızım diyerek açamaz mıydı, annem bana o akşam gülümseyemez miydi, aile fotoğrafında ben de çıkamaz mıydım, jinyoung ile jisung'un anne babası işlerini değil de çocuklarını sevemezler miydi?
her şey, tüm her şey gözümün önünden geçti. sırtımdaki göremediğim yükün aslında ne kadar da büyük olduğunun farkına vardım. nasıl olsa taşıyorum diye sırtıma yüklenen yüklere baktım.
ağlamak istedim.
lise yıllarımda gittiğim ve odasına girer girmez ağlamaya başladığım psikoloğumu anımsadım. son zamanlarda rüyama giriyordu, güçlüsün diyordu. güçlüsün diyordu ama hayır, değildim. tüm bunları taşıyabiliyor olmam ağır olmadığı anlamına gelmiyordu.
"seni burada bulacağımı biliyordum." dedi bir ses. doyoung sunbaeydi. gülümsüyordu, tavşan dişlerini görebiliyordum. "arkadaşın söyledi, bakma öyle." yanıma oturdu. başıyla karşıyı işaret ettiğinde ilerideki bankta oturan jinyoung'u gördüm, bize bakıyordu. bunca zamandır benimle birlikte orada mı oturmuştu?
jinyoung'un yüzünde kırgın bir gülümseme vardı, ayağa kalkıp yanımıza geldi. "annem aradı," dedi. "jisung'u almamı istiyor." gülümsedi, çekik gözleri daha da kısıldı ama gözlerinin yaşlarla dolduğunu görebiliyordum. ben de gülümsedim ve bir kenara bıraktığım arabanın anahtarlarını uzattım. "dikkatli sür." dedim. sesim fısıltı gibi çıktı ama beni duyduğundan emindim. eğilip alnımdan öptü, "teşekkür ederim," dedi. "teşekkür ederim soo won." sonra jinyoung arabaya binip gitti, doyoung sunbae sessizce bizi izlemişti.
"sorun çözüldü, ha?" dedi.
"çözülene kadar bittik." dedim cevap olarak. evet, sorun çözüldü ama içimiz acıdı çözene kadar.
"o halde jaehyun'un doğum gününe gel." dedi. "sen sormadan söyleyeyim, evet her ay birinin doğum gününü kutluyoruz." güldü, ben de gülümsedim. "olmaz." dedim. bu, inat etmek ya da gurur meselesine dönüştürmek değildi. bu, rahatsızlık vermemekti. "gelmesem daha iyi olur sunbae."
"kim söylüyor bunu?"
"içimden bir ses," dedim. hatta bazı geceler benimle konuşup hiçbir şey yoluna girmeyecek diyor ama beş dakika sonra eski halime dönüyorum. psikoloğum o an o sesi duyma diyor ama elimde değil.
"içindeki sesi dinleme," dedi. "sen böyle birisi değilsin."
nasıl birisiyim?
yeni birileriyle tanışmak, yeni bir ortama girmek ve kendini tanıtmak zorunda kalmak belki de en kötü şeydir benim için. insanlara o an kendini nasıl tanıtırsan gözlerinde öyle kalıyorsun ve ilk izlenim kaçmaya çalıştığın her anda bir duvar gibi çıkıyor önüne.
iyi bir günümde tanıştığım insanlar beni azıcık hüzünlü gördüklerinde sen böyle değilsin diyorlar ama böyleyim. böyleyim işte, hüznün dibine batmış birisiyim.
"taeyong yüzünden mi?" dedi ben bir süreliğine sustuğumda. "evet," dedim. itiraf ettim. "biliyorsun nasıl olsa, saklamanın bir anlamı yok."
"o halde gelmen daha iyi olur," dedi doyoung sunbae. gözlerinde anlam veremediğim bir parıltı vardı. "onunla arkadaş olursunuz."
"sunbae onunla arkadaş olmak istemiyorum." dedim. onunla arkadaş olmak istemiyorum, onun tam yanında durmak ve yaslanacağı bir omuz olmak istiyorum. onun kollarının arasında durmak ve ondan aldığım güçle annemin ya da babamın beni üzmesine engel olacak duvarı inşa etmek istiyorum. hiç sevilmedim, onun tarafından sevilmek istiyorum.
"soo won," dedi. derin bir nefes aldı, gözlerindeki parıltılar hala oradaydı. "seni sevdim." dedi. "o kızı hiç sevmemiştim ama bunu taeyong'a hiçbir zaman söyleyemedim."
"seni sevdim," dedi yine. "birbirinizi iyileştireceğinizden adım kadar eminim. bu yüzden lütfen," dedi. "lütfen gel."
"sunbae anlamıyorsun, bu asla olmayacak." dedim. "ben onu iyileştiremeyeceğim çünkü o beni asla sevmeyecek."
"nasıl bu kadar eminsin? denedin mi?"
"denemedim ama bazı şeyleri denemeden de bilebilirim."
"risk al, soo won." dedi. gözlerindeki parıltılara baktım, yüzünü yüzme yaklaştırdı. "nasıl bu kadar eminsin?" onun sorusunu bu defa ben yönelttim. "arkadaşımı tanıyorum," dedi. "bu kadar senelik arkadaşlık bana bir şeyler kazandırmış olmalı." sonra yanımdan kalkıp gitti, çökmüş omuzlarımla onu izlerken arkasını döndü. "cumartesi, akşam dokuzda! johnnylerde olacak." doyoung sunbae göz kırpıp uzaklaşırken kampüsten içeri bir araba girdi. jinyoung beyaz arabayla korna çalarak yanıma yaklaştı, ön koltukta jisung oturuyordu.
bazı ayrılıklar kısa sürüyor~
nct'mizi bolca destekleyelim dostlarım (•‾⌣‾•)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
folleto ¦ lee taeyong
Fanfiction"Her yangına ateş taşıdım da seni uğurlarken yoluna su döktüm. Üç defa öptüm alnından. Üç defa geçtim aşk kelimesinden de artık geçmem harfinden dedim. Bazen gökyüzüne baktım, bazen toprağa. Her taşın gediğinde bir şey aradım. Hayattı, çekiyordu, iç...