1. Bölüm

841 51 30
                                    

Radyolu alarmla uyandım.

Herkesin diline dolanan ve hiçbir anlamı olmayan şarkıların aksine bu sefer beni seneler öncesine götüren bir şarkı çaldı. Gençliğimin hem en güzel hem en korkulu zamanlarına. "Je ne regrette rien" diyordu Edith Piaf. "Pişman değilim hiçbir şeyden" diyordu; "hepsi ödendi, silindi, unutuldu." Sahi ödenmiş miydi hepsi? Bunu içinden gelerek mi söylüyordu?

Şarkının tüm sözcüklerini tek tek incelerken buldum kendimi. Fiil çekimlerini hayal ediyordum gözümün önünde. Siyah beyaz, incelikle dizilmiş sözcüklerdi ilkten karşımda gördüklerim. Sonra daha da yakınlaştım. Harflerin etrafında dolaştım biraz, bazılarının üstüne çıktım. Bu harfler dışında hiçbir şey yoktu etrafta. En azından öyle görünüyordu.

Sabahları insan beyni çok farklı çalışıyor. Özellikle tan ağarırken. Belki sessizlikten, belki de uyku sersemliğinden artık orasını bilmiyorum ama ben bundan 4 sene öncesini saniyesi saniyesine yaşarken buldum kendimi. Hangi aydı hatırlamak cidden zor. Sanırım mayıs ayıydı. Evet.

Beerish kasabasının en büyük giyim mağazasında çalışıyordum. Orada çalışmaya başlayalı henüz 5 ay olmuştu, halâ acemi sayılırdım. 19 yaşındaydım ve en çok parayı burada kazanabilirdim. Her iş ilanı çıkardıklarında başvurdum, birkaç tane form doldurdum. Aslında o kalitede epey marka-mağaza vardı ama çoğu şehir dışındaydı. Ve nedense ben şu Vélo markasına takılı kalmıştım. Hazırlıklı gittiğim hiçbir iş görüşmesi olumlu geçmedi. Yılbaşı zamanıydı ve büyükannemi hastaneden yeni çıkarmıştık. Bir görüşmeye daha çağırıldım. O gün aslında şehir dışına gidecektim, sırtımda 70 litre sırt çantası vardı ve hava ocak soğuğu olduğu için soğan gibi kat kat giyinmiştim; adeta bir berduş gibiydim. Normalde 3 gün sürecek olan görüşme 20 dakika sürdü ve kaderimin bana gülümsemesiyle -nadir gülümser- sadece 20 dakikada işe alındım.

Hergün düzenli bir şekilde işe gidip geliyor ve en ufak bir şikayette bulunmuyordum. İlk iş günümden başlayarak iş arkadaşlarımla arama en kalınından bir duvar ördüm. Abim böyle tembih etmişti. Sonuçta orada çoğu kasaba insanıydı ve birayı sevdikleri kadar dedikodu yapmayı da seviyorlardı. Sadece işimi yapıp gidiyordum. Mağazadan biriyle dışarıda görüşmek o sıralar yapmak istediğim birşey değildi ve bir kişinin dahi telefon numarası bende yoktu. Beni biraz garipsediklerini biliyordim ama yine de sevilmeyen biri değildim. Kimseye zararım yoktu sonuçta.

Maddi bağımsızlığıma kavuşmuş ve her geçen gün daha da kendim olmaya başlamıştım. En azından o zamanlar düşündüğüm şey buydu. Babamdan bir sent bile almadığım için nihayet ilişkimiz çıkarsızdı. Ne o benim özel alanıma karışıyordu ne de ben onun eline bir koz veriyordum.

Her akşam aynı saatte eve gelir, biraz müzik dinler, uykum gelsin diye kitap okur ve sonra da uyurdum. Gerçekten içimden geldiği zaman da ders çalışırdım. Kendime biraz zaman vermiştim; kafamı toplayacak, kişiliğimi oturtacak ve eksiksiz bir şekilde üniversiteye başlayacaktım. Buna ihtiyacım vardı.

Nerde kalmıştım? Ah evet. Mayıs ayıydı. O döneme kadar kendimi hic bu kadar soyutlamamıştım dış çevreden. Bazen konserve kutusundaki sardalya gibu hissediyordum. Bir başkası teneke kapağımı açıncaya kadar taze kalacaktım.

Her zamanki gibi sabah saat 10'a birkaç dakika kala mağazanın önüne geldim. Her gelişimde siyah ve kalın bir fontla yazılmış VÉLO tabelasına bir göz atar, öyle girerdim içeri. Tabelayla aramızdaki sessiz konuşmalardan çoğu sabahın bu saatlerinde oluyordu. Mağaza müdürü Bayan Sara büyük cam kapının arkasında duruyor ve çalışanlara kilitli kapıyı açıyordu. Her zamanki gereksiz işlerinden birini yapıyordu yani. İçimden küfür ederek ama Bayan Sara'ya en samimi halimle gülümseyerek "Günaydın" dedim, o da "Günaydıııın" diye karşılık verdi. Sözcüklerin son hecesini uzatarak söylemek ona özgü bir alışkanlıktı ve bu özelliğinden dolayı soyunma odasında epey taklidi yapılırdı. Her işyerinin gülecek bir malzemeye ihtiyacı vardı sonuçta.

Mağazanın geniş giriş katının solundan ilerleyerek personel asansörüne bindim. Genelde çoğu personel her tarafı cam olan dev müşteri asansörüne binmeyi tercih ederdi. Personel asansörü ise küçük, karanlıktı ve sırf böyle olması bile onu tercih etmeme yetiyordu.

Asansörden inince son derece düzenli dev bir depoya ulaşılıyordu. Karanlık, dar ve sessiz depo koridorlarından geçip de aynı kattaki soyunma odasının kapısını açtığınızda küçük çaplı bir travma yaşayabilirdiniz. Epey sessiz ve kendi düzeninde kusursuz bir şekilde ilerleyen bir depodan çıkıp adeta bir İtalyan sirkinde bulurdum kendimi her defasında. Kişi sayısı göz önünde bulundurularak küçük sayılabilecek bir soyunma odası hayal edin: Altlı üstlü yaklaşık 30 demir dolap, dinlenmek için konulan iki tane bank ve içerisinde her yaştan 15-20 kadın! Her sabah rutin bir şekilde yapılam toplantıya yetişmek için jet hızında personel kıyafeti giyiciler, düğün makyajı yapıcılar, bordo ruj arayıcılar, tuvalet kağıdı bitticiler, nişan yemeğimde ne giysemciler... Çocuğu olan kadınlar bile aynı tempoda aynı bakımla çalışıyorlardı ve en çok şaşırdığım şey de buydu. Bense -kahretsin ki- aralarında en küçük olanıydım. Ne evlenince evlerine alacakları çatal-bıçak takımının markası beni ilgilendiriyordu ne de diğer Vélo şubesinden gelen dedikodular. Herkese toplu bir şekilde selam verip dolabımın kilidini açar, siyah beyaz dikey çizgili personel gömleğimi giyer, gerekirse makyajımı tazeler ve aşağıya inip toplantının başlamasını beklerdim.

Diğer çalışma arkadaşlarımın gelmesini beklerken müdürlere başımla selam verdim. Bay Kareem, büyük ihtimalle gay ama henüz kimse bunu söylemeye cesaret etmiyor. Bayan Sara, her zamanki gibi gergin. Bayan JJ, egosunu yok edebilmiş tek müdür. Bir de profilden tanımadığım bir adam. Mağazanım gelen gideni o kadar fazlaydı ki merkez ofistendir, diye düşündüm. Merkez ofiste çalışanlar mağaza müdürlerine emir verebilen tek insanlardı ve benim küçücük halimle gidip tanışmam epey yersiz olurdu.

Diğer çalışma arkadaşlarım normal zamanda toplantıya geldiler. Saçma bir motivasyon konuşması -saçma çünkü tek önem verdikleri şey kazandıkları para- ardından mağazanın kâra geçmesi için o gün kaç adet ürün satılması gerektiğinin hesaplaması ve o güne koyulan hedefler. Son olarak da işe başlayan biri varsa kendini tanıtması istenir ve sonrasında da herkes ait olduğu kata ayrılırdı: Bayan, Erkek ve Çocuk.

Mağazada kendime yakın hissettiğim tek kişi Jenny vardı yanımda. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, kahverengi gözlerini JJ Hanım'a yöneltmişti. Beraber çocuk katında çalışıyorduk. Jenny işe başlayalı henüz 1 ay olmuştu aslında ama zeki bir kızdı ve hemen hemen herşeyi kolayca öğrenmişti. Eğitim koçu ben olduğum için de aramızdaki samimiyet artmıştı böylece. "O adam kim?" diye sordu kulağıma eğilip. "Daha önce görmedim, merkezdendir" deyip merdivenlere yöneldim; toplantının bittiğini düşünmüştüm. Sara, genç adama biraz mahçup olmuş bakarak "Hemen katlara dağılmıyoruz arkadaşlar, bir anonsumuz var. John, kendinden bahsetmek ister misin?" dedi.

John. Bay John.

Gözgöze geldik. İrkildim. O tabii ki farketmedi ve boğazını temizleyip herkese hitap edercesine konuşmaya başladı: "Merhaba arkadaşlar, ismim John. Asıl mesleğim Fransızca öğretmenliği ama nasıl olduysa artık burdayım. Erkek bölümünün müdürü olarak aranıza katıldım. İnanılmaz enerjik bir ekip duruyor şu an karşımda, çok keyifli vakit geçireceğimize inanıyorum. Herkese iyi çalışmalar."

Birkaç saniye daha baktım. Son cümlesini bana bakarak söyledi. Başımı önüme eğip merdivenlerden çıkmaya başladım. İkinci kata vardığımda Bay John'ın yüzü silinmişti bile aklımdan. Yüz hafızam çok iyidir -belki de övünebileceğim tek özelliğim- gördüğüm bir suratı asla unutmam ve istediğim zaman göz önüne getirebilirim. 10 dakikalık kısa toplantıda Bay John'a belki de aralıksız baktığım halde sanki onu daha önce hiç görmemişim gibi uçup gitmişti aklımdan. Buna anlam veremiyordum.

Sanki ben bir avcıydım ve uzun süredir gözlemlediğim sürüye genç, iri ve sağlıklı yeni bir kurt katılmıştı. Ve hayatımın ilk av macerası da böyle başladı.

Av KapanıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin