14. Bölüm

146 10 12
                                    

İşe her gidiş gelişimde mutlaka müzik dinliyordum fakat başım çatlayana kadar düşüncelere daldığımdan şarkı geçişlerini anlamıyordum bile. Tek yaptığım ağaçlı yolları izlemekti. Bazı yollar asfalt, bazıları topraktı. Beerish'in merkezinden uzaklaştıkça insanlar da azalıyordu. Suratlar tanıdıklaşıyordu. Aslında yol çok uzun değildi ama her yerden geyik çıkma ihtimali olduğundan tüm taşıtlar oldukça yavaş ve dikkatli gidiyordu. Zaten bu kasabada yaşayan kimsenin de bir acelesi yoktu. Akşam yemeğinde et yesinler, müdavimi oldukları publara gidip bira içsinler yeterdi onlara. Biri çok hızlı yürüdüğünde, aracının kornasına bastığında ve bira sevmediğini söylediğinde anlıyordunuz buralı olmadığını. Miskinlerin kasabasıydı burası, uykuseverlerin Neverland'i.

John, tatili boyunca hiç aramadı. Attığım mesajlara 2 gün sonra cevap vermek ilk defa gördüğüm bir şeydi mesela. Hangi insan bile isteye böyle davranırdı ki? Beni yaktı, bitirdi diyemezdim. Fakat benim gözümde bu şeref yoksunluğuna giriyordu! Bir insanla konuşmak istemiyorsan, konuşmazsın. Diğer türlüsü sadece samimiyetsizlik. John'a hesap soracak kadar bir geçmişimiz veya yaşanmışlığımız yoktu, yine de kimse kimseye bu şekilde umursamaz davranmamalıydı.

Fakat Laurie'ye hep söylediğim gibi, pişman değildim. Bunu ben seçtiysem ve istediğim gibi hareket ettiysem sonuçlarına da katlanacaktım. Bu işte kimsenin kötü niyeti yoktu. Bay John'un da amacı bana doğum günü hediyesi vermekti sonuçta! Ne hediye ama...

Yağmurun toprağı tutkuyla öptüğü bir pazar akşamı, John tatilden döndü. Bunu tabiki sadece "Evdeyim" yazılı bir mesajla öğrendim. Olumsuzluk en az istediğim şeydi hayatımın her alanında. Bu yüzden canımın sıkkınlığını ona belli etmeden samimi cevaplar verdim. Belki ona kötü davranarak hıncımı alamayacaktım (tüm insanlar sevdiklerini böyle cezalandırıyor sonuçta) ama vicdanım da asla sızlamayacaktı böylece. İnsanlara daima iyi davranmak saflık olarak nitelendiriliyordu, salak bir saflık. Fakat iyi insanlar daima vicdanları rahat bir şekilde kaparlar gözlerini uykuya. Benim de istediğim sadece güzel bir uykuydu.

Çoğu zaman zihnimde tek kişilik sohbet ortamı vardı. Konuşan hep bendim, ama daimi bir tartışma dönüyordu ortada. Geçmişe dönmelerim de vardı, kendimi suçlamalarım da. Ara sıra da yüceltiyordum kendimi, kafamdaki diğer sesler her zaman kötü konuşmuyordu hakkımda. Evdeki huzursuzluk da cabası olunca, iç savaşlarımın ucu bucağı görünmüyordu. Geceleri geç uyuyor, uyumadan önce de mutlaka penceremden aşağı sarkarak sigara içiyordum. Babamla birkaç kelimeden fazla diyaloğa giremiyordum, telefonuyla epey meşgul görünürdü her zaman için. Abim desen zaten gece çalışıp gündüz uyuyan ve bundan başka da bir meziyeti olmayan bir insandı. Kendinden bile bir beklentisi yoktu.

Annem öldükten sonra evde adı bile geçmedi. Sanki onun hakkında konuşursak büyü bozulacakmış da biz de bu yüzden sessiz bir anlaşma yapmışız gibi. Halbuki ben bir insan ölünce senelerce onun hakkında konuşulur sanıyordum. Unutulmamalıydı çünkü, hatıralarıyla yaşamalıydı. En azından bize öğretilen buydu. Annemin cenazesine gidemediğimden midir bilmiyorum, öldüğüne inanmadığım bir insan hakkında ağzımı bıçak açmıyordu. Denesem de boğazıma kocaman bir yumru oturuyordu zaten. Annemin ailesiyle de iletişim kurmuyordum, bu yüzden anılarım iyice silikleşiyordu. Öyle ki bazen gerçekten öyle bir insan hayatıma girdi mi acaba diye şüphe ediyordum. Sanki Tanrı "Şunu da göndereyim de burda yer kaplamasın" demiş ve ben de bir kuş tüyünün havada öylesine uçuşması gibi gelmişim dünyaya. Belki de başka birinin nefes hakkını tükeriyordum, kim bilebilirdi ki?



Av KapanıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin