3. Bölüm

296 40 12
                                    

Çalar saat çalıyor.

Çalar saat çalıyor.

Çalar saat çalıyor.

Annemden kalan yegâne şey.

Hiçbir zaman sıradan bir insan olmak istemedim. Sıradan olmamak için de çabalamadım aslında; sadece içimden gelmedi. Beerish'in merkezindeki herkesin gittiği kafelere gitmek, milyonlarca rengi olan şu beyzbol şapkalarından takmak bana her zaman çok sıkıcı geldi. Red Sox'ın yeri ayrı tabi.

Annemden kalan en özel şeyin bir çalar saat olmamasını isterdim. Çok klasik değil mi? Filmde miyiz biz ne oluyor? IKEA'dan alınmış siyah bir çalar saat. Antika olsa gam yemeyeceğim!

Monoton -aslında monoton demek haksızlık olur, sadece düzenli- hayatıma henüz insan gözünün göremediği bir renk gelmişti. Aşk denince insanın aklına gelen renk kırmızı, huzur denince beyazdı ama son bir haftadır hissettiğim bu hissin rengi gökkuşağının herhangi bir parçasında yoktu. Henüz keşfedilmemiş bir boyutta keşfedilmemiş bir renk.

Her sabahım sanki bir demlik filtre kahve içmişim gibi başlıyordu. Vélo'ya gittiğimdeyse kimseye belli etmeden Bay John'ı izliyordum. Kişiliğini anlamaya çalışıyordum. Sadece bir haftada inanılmaz bir ruh değişikliği içerisine girmiştim. Her günüm son derece hızlı, enerjik ve motivasyon doluydu. Artık asansörü kullanmıyor ve sadece merdivenlerden inip çıkıyordum. Bay John'la sohbetimiz birkaç kelimeyi geçmiyordu. Sadece iş üzerine konuşuyorduk, o da tabii denk gelirsek. Bu süreçte midemde bir piranha balığı besliyor gibiydim, sürekli içim içimi yiyordu ve ben buna yardım edemiyordum.

Sabah evden çıkmadan önce bacaklarımı esnettim ve biraz çalışma yaptım. Amacım kas yapmak değildi, kilo vermeme de gerek yoktu aslında ama aklımdaki şeyleri düzene koyabilmemin tek yolu buydu. Durmaksızın biriken enerjinin -yerinde duramama hissi, siz ne diyorsanız artık- bir şekilde vücudumdan çıkıp gitmesi gerekiyordu.

Kısa saçlarımı elimle şöyle bir düzelttim. En son ne zaman taradım hatırlamıyordum bile. Göz makyajıma özen göstererek hazırlandım. Kırmızı kareli gömleğimi giydim ve nedense siyah papyonumu takmak geldi içimden. Belki bir gün kullanırım diye aldığım ama uzun süredir kenarda kullanılmamış şekilde duran siyah papyon. Bay John'ın karşısına böyle maskülen bir görüntüyle çıkmak istemiyordum ama değişemezdim de. Beni spor ayakkabılarımla kabul etmeliydi.

İşe çok da uzak oturmuyorduk aslında ama öyle ters bir noktada kalıyordu ki mutlaka her gün iki otobüse binmem gerekiyordu. Bu sebeple yolum uzadığından düşünmeye çok vaktim oluyordu. Bay John'ın yaşını düşünüyordum, nereden geldiğini, parfümünün markasını... Şu an için hiçbiri birkaç tahminden öte değildi ama yine de onun hakkında düşünmek bana tanrısal bir güç veriyordu.

Sabah saat 10'u birkaç dakika geçe koşa koşa mağazadan içeri girdim. Kareem ve Bay John kasanın önünde durmuş ayaküstü sohbet ediyorlardı. Yaramaz bir çocuk gibi yanlarına gidip sessizce durdum. Kareem "John şuna baksana, çok tatlı değil mi? Papyon da takmış! İnan bana şu mağazada Elly'nin eşi benzeri yok.." dedi. Gülümsedim, John ise gözlerimin içine bakarak "Evet.. Bence de eşi benzeri yok" dedi. Başını hafif öne eğmiş ve tonuna isim koyamadığım kahverengi gözleriyle alttan bakıyordu. Tek bir kelime söyleyemeden merdivenlere koştum. Geç kalmış da ondan cevap verememiş gibi göründüğümü biliyordum, oysa o sırada tek yapabildiğim şey koşmaktı. Dizlerimin bağının çözülmesinden korkuyordum.

O gün John'da birkaç değişiklik farkettim: Birşey sormak için beni arıyordu, onu aramam için ismimi anons ediyordu veya mağazadaki en tecrübeli kişi benmişim gibi erkek katını bana emanet edip aşağıya iniyordu. Geldikten sonraki haftayı minimum iletişimle geçirdikten sonra bu değişime adapte olmak zordu. Çünkü Bay John konusunda umutlanmak en son istediğim şeydi ve böylesine farklı bir ilgiyi farklı yerlere çekmemek için çok çaba sarfetmem gerekiyordu.

Depoya çıkarken erkek katında beni durdurdu. "Nerelisin?" dedi. Bigride'tan olduğumu söyledim. "Bana nedense Avrupalı hissi veriyorsun, çok farklısın" dedi. John'ın karşısındayken dudaklarım düğüm düğüm oluyordu ve bir "teşekkür ederim" demeyi bile bana çok görüyorlardı. Sadece gülümsedim, yine.

Mola saatimin geldiğini söylemek için mağaza mikrofonundan John'ı anons ettim. Beni arayınca da ismimi söyleme gereği duymadım ve sesimi iyice alınca "Avrupalı, sen misin?" dedi. İçimden EVET BENİM, BENİM BEN demek geliyordu fakat yalnızca " Hıhım" diyebildim. Akşam çıkarken "kendine iyi bak Avrupalı" deyip göz kırptı. Sanki az varmış gibi lâkaplarıma bir yenisi eklenmişti şimdi de. Daha önce bir çok insan bunu söylemişti, ben de Amerikan gibi göründüğümü söyleyemezdim ama zaten babamlar göçmendi ve insanlara uzun uzadıya bunu anlatamazdım.

Bu sefer otobüs yerine trene binmeyi tercih ettim. Böylece birkaç durak önce inip eve girmeden önce az da olsa düşünecek vaktim olacaktı. İçimden ağlamak gelmiyordu, kaldı ki kolay ağlayan bir insan da değildim. Ama içimde yükselen ateşe ya şekil vermeli ya da söndürmeliydim. Ben de birkaç kere tereddüt ettikten sonra markete girdim. Ve hayatımın ilk sigarasını da böyle aldım.

Av KapanıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin