Yataktağımın üzerinde bomboş uzanırken geçirdiğim son 1 ayın ne kadar anlamsız olduğunu düşünüyordum. Haftada en az 3 gün Mavi'nin eski evine gidip orada bekliyordum. Ve gittiğim her gün şaşmadan yağmura yakalanıyordum. Bu durumu mevsimin sonbahar olmasına bağlayabilirsiniz ama ben bunun haricinde bir çok teori üretiyordum.
Burkay'ı kendi uğraşlarım ile asla bulamadım. Tek bir sosyal medya hesabına bile ulaşamadım. Mavi zaten yoktu. Bazen kafamda ürettiğim bir hayal ürünü gibi geliyordu bana. Onunla olan tuhaf kısa yolculuğumuz...
Omzumun üzerine doğru uzanıp komidinimin üzerinde duran heykelle oynamaya başladım.
Aklımda sürekli trene binmeden önce yaptığımız küçük itiraflar dolaşıyordu. Sensiz yapamazdım demiştim. O ise korktuğunu söylemişti. Neyden diye defalarca sormama rağmen huysuz bir sessizliğe bürünmüştü,
''Neredesin...'' diye söylendim kendi kendime. İlk çekmecemi açıp ona yazdığım mektubu çıkardım. Sayfada yazdığım her şey yanmıştı. Neredeyse... Ani sinirlenmelerimin sonucuydu bu, ''Bir anlaşma yapmıştık...'' diye fısıldadım tekrar kağıttaki serçe parmaklarımızın çizimine bakarken, ''Neden oyunbozanlık yaptın, beni yarıyolda bir başıma bıraktın...'' Mektubu komidinin üstüne bırakırken aklıma yapmadığım ödevlerim geldi. Bununla beraber nefes alamazmışım gibi hissettim. Sanki bunları yapmamın bir amacı yokmuş gibi... Hemen kalktım yataktan. Üzerimdeki tuhaf unicorn tulumuna aldırmadan kırmızı converselerimi hızla ayağıma geçirdim. Biraz para aldım yanıma.Bir iki dal sigara ve çakmak. Kendimi hemen sokağa attım. Havayı soludum soluyabildiğim kadar. Hemen sigaramı yaktım. Dudaklarımın arasına yerleştirdim. Çok içmezdim aslında. Benim için sadece acil durum butonuydu.
Bağcıklarını bağlamadığım ayakkabılarımla cadde üzerindeki markete doğru yol aldık. Kafama örttüğüm şapkadaki renkli parlak boynuza bakan bir çocuk oldu. Sonra yüzüme kaydı bakışları. Korktu galiba benden. Dudakları arasında sigara olan, gözaltları sürdüğü rimelin akmış olması ile siyah rengini alan tuhaf bir unicorndum ben. Göz göze geldiğimiz de en ufak bir utanç hissetmemiş olmam da bu oyunun ironisiydi.
Markete girmek durumunda kaldığım için henüz bitmemiş sigaramı söndürmek zorunda kaldım. Hemen gidip bir şişe bira aldım. Bu gece dibe çöküşümün partisini verecektim kendi kendime. Parayı verip fişi almadan dışarı çıktım tekrar. Şişeyi açtığım gibi kafaya diktim. 5 büyük yudumdan sonra bıraktım,
''Yavaş...'' dedim kendi kendime. Sonra güldüm bu dediğim şeye, ''Ne yavaşı kızım!'' İçe içe parka doğru ilerledim. Akşamın karanlığı henüz geceye bürünmemişti ki park biraz doluydu. Bir müzisyen vardı akşamı şenlendiren. Güzel bir müzik...
The Civil Wars -Dance Me To The Of Love
En sakin, korkutmayacak alanı seçip akşamın keyfini çıkarmaya başladım. Beceriksizliğime içtim. Öyle ki yok olmak istedim. Boğazım düğüm düğümken o yudumları nasıl yutabiliyordum? Yaka yaka... hem canımı hem de boğazımı. Gecenin bir yarısına kadar yalnız başıma oturdum o parkta. Gittim bir kaç şişe daha aldım. Ne kadar içebilirsem, unutabilirsem o kadar iyiydi. Keşke hiç öğrenmeseydim hayatta olduğunu. Çünkü bir şeyleri bilmek ve bir şey yapamamak çok daha acıydı.
Cebimde kalan son sigara da bitmişti. Eve yürüyecek mecalim yoktu. Şurada uyusam ve bir daha uyanmasam diye geçirdim içimden.
Gecenin sessizliği ile kafamı geriye doğru attım. Kafamdaki kapüşon yine de düşmedi. Ne güzel ki gökyüzünü görmemi engelliyordu. Bir şarkı mırıldandım yine bildiğim... Hep aynı olan.
She is a rainbow...
Aaa...
She is a rainbow...