"Yalnızdın, soğuğun içinde bir başınaydın,
Darmadağın olan evinin harabesine tırmanıyordun.
Fazla kayıpsın ve yükünü taşırken canın acıyor,
Hepimizin tutunacak birine ihtiyacı var."*
Ne yaparsam yapayım bir şeyleri düzeltemeyecek evrede olduğumu düşünüyordum uzun zamandır. Tam olarak Jimin hayatıma girdiğinden beri, onun gerçek kimliğini öğrendiğimden beri hiçbir şey yolunda hissettirmiyordu ve hiçbir şey yoluna girmiyordu da. Daima bir yerlere sapıyor, önü yokuş yollara tırmanıyor, balçıkla dolu ıssız ormanlardan geçiyor, altı kızgın alevlerle dolu asfaltları aşıyor ve ayağımın ucuna takılan engellerle dolu bir otobanın ortasında yürüyordum. Gelip bir arabanın kornasını öttüre öttüre dibimden geçmesini tepkisizlikle karşılıyor, bir sonrakinin bana çarpmasından korkmadan beyaz şeritlerin üzerinde yürümeye çalışıyordum.
Bir yol gösterenim yoktu; yol göstermek isteyenim çoktu ancak elimden tutup da benimle tüm bunları aşmak isteyecek kadar cesur biri yoktu.
İhtiyacım olan şey ise sadece elimden tutup beni doğruya taşıyacak bir eldi. Belki bir omuz, adımlarını takip ettiğim bir çift ayak, gölgesinin izini sürdüğüm bir beden, bana benimle yanlış yollara sapabileceğini söyleyen biri yoktu. Düşse bile bu ben ellerini tutarken gerçekleşir diye önümden yürüyen yoktu, arkamı kollayan yoktu, iki yanım bomboştu. Avuç içlerim gökyüzüne doğru açılmış beklerken hissettiği havayla kurumuştu, kaşınıyordu, sızlıyordu. Avuçlarım neyse, tüm bedenim de buydu işte. Beni görmek isteyen avuç içlerimi çevirse yeterdi. Avuç içlerim sızlıyordu.
Halbuki ortada ne bir kağıt vardı ne de bir kesik.
Avuçlarımın tam da ortasından bir kağıt dikine geçmiş de boylu boyunca tüm avucumu kesmişti sanki. Ne kapatabiliyordum ne de açabiliyordum onları. Tutmak isteyen yoktu, sarmak isteyen yoktu, ellerimi artık görmek isteyen yoktu.
Ya da tüm varlığımla inandığım buydu.
Oldukça uzun bir geceydi. Onu odama çıkarıp yatağımın üzerine yatırdığımda, buna itiraz etmeden yastığıma sokulduğunda ve sessizce birbirimizi izlerken tüm ihtiyacı olan şey buymuş gibi uykuya daldığında dinginleşmişti ortalık biraz. Sessiz atmosferi sakin, düzenli solukları dolduruyordu. O an duymak istediğim tek şey buydu, duyduğuma mutlu olduğum tek şey. Kendi nasıl sakinleşmişse öyle sakinleşen saçları, göğsü, elleri... Hepsi sakindi, tüm bedenine bir sakinlik hakimdi, ruhu dingindi. Birkaç kere yataktan kalkmama rağmen hareket etmeden öylece uyumaya devam etti, kıpırdamadı bile.
Bu bana onun yorgun olduğunu düşündürttü. Epey yorgun, uykusuz ve huzursuz. Belki de öyleydi, gösterdiği çok farklı olsa da öyleydi belki.
Onu seyre dalmışken aşağıdaki dış kapı sessizce açılmıştı, annem babam ve Hoseok hyung bir şeyler fısıldayarak yukarı çıkıyordu. Birkaç kere konuşmalarında adım geçti, ardından bir odanın kapısı kapanırken hafifçe odamın kapısı tıklatıldı. O an kapıyı kilitlediğim için kendime teşekkür ederken Hoseok hyungun fısıltısını duydum.
"Jungkook, uyudun mu?" En son onlara iyi hissetmediğim gerekçesini uydurup partiden ayrıldığım için endişelenmiş olmalılardı. Gözlerimi Jimin'den kapıya doğru kaydırdım. "Jungkook?" Bir kere daha tıkladı ancak ona cevap vermeyince zeminde yükselen kısık adım sesleriyle kapımın önünden uzaklaştı, ardından bir kapı sesi daha geldi. Odasına geçmişti.
Uyuduğumu düşünmeleri daha iyiydi, şu an için Jimin'in burada olduğuna dair uyduracak bir yalanım ya da bahanem yoktu. Üstelik bunun için yeteri kadar gücüm yoktu. Uykusuzdum, uykum yoktu, varlığına ihtiyaç duyuyordum ancak gözlerimi kapatmak istemeyecek kadar tereddütlüydüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
baisemain ¦ jikook
Fanfiction"İşte bu yüzden ellerini öpmek istiyorum, gerçekte nasıl olduğunu bilmediğim, düşlerimde yumuşacık olan o ellerini." 01.05.19/16.02.20 *uyarı: bu kurgu, deprem anına dair travmalar ve deprem sonrası yaşananları içermektedir.