17. Bölüm : İstenmeyen Kader

765 100 114
                                    

Renkler birbirine karışmış, her biri başka bir çiçeği sahiplenmişti ve gökyüzünü de esir almışlardı. Güneş bir imparator gibi parıldıyordu, ne de kudretli ışıkları vardı onun! Genç adamın yüksek omuzlarını okşuyor, onun heykelden yüzünü aydınlatıyordu. Yelpaze gibi kirpiklerini kısıp arkasını döndü. Bir yerden sesler duyuyordu ama hiçbirinden emin olmadığı gibi nereden geldiklerini ve ne olduklarını da anlayamamıştı.

Hiçbir şey yoktu. Ufuk çizgisini fetheden renkli çiçeklerin içinde bir korkuluk gibi dikiliyordu. Onlardan bir parça olmak istiyordu ama turkuaz gökyüzü, toz pembe bulutlar onun gibi bir rengi kabul etmemişlerdi. Siyah neden dışlanırdı, neden kasveti çağırırdı? Sırtındaki ağırlığı hareket ettirip siyah tüyleriyle çiçekleri okşadı. Kanatları ne zaman siyaha dönüşmüştü, ne zaman yasın rengini alır olmuşlardı, bilmiyordu. Yüzünü yukarıya kaldırıp çiçeklerin arasında duran bedene baktı.

Dan! Soyut bir varlık başına vurdu. Daha çok bir çan sesine benziyordu. Sendeledi ama kanatlarını açarak dengesini korudu. Karşısındaki genç adamı tanıyordu ama ismini söyleyemiyordu. Kaşlarını çatıp dişlerini sıkarak toplanan toz pembe bulutların kızıla dönüşmesini, imparator güneşin ışıklarını yönelttiği genç adamın bedeninin olduğu yerde sallanmasını izledi. Usulca hareket ediyordu.

Titreyerek ona doğru yürümeye başladı. Onun zıttı olarak teni, kıyafetleri beyazdı. Beyaz kanatların ona çok yakışacağını düşündü, siyah benimsemezdi onu. Genç adama doğru ilerlerken ikiye ayırdığı çiçekler açgözlü güllere dönüşmeye başladı. Kızıl bulutlar bu hüzne daha fazla dayanamadı.

Dan! Yeniden aldığı darbeyle sendeledi ve yağmur yağmaya başladığında kulaklarını kapatma isteğine karşı koymaya çalıştı. Kan renginde damlalar gözlerini kapladı, ıslak elleriyle onları sildi ama artık her şey kırmızıydı. Bütün renkler kaçmıştı. Siyah kanatları yeni renklerini huşuyla benimsediler. Hemen karşısında duran adama yürümeye devam etti ama yağmur hızlandığında durmak zorunda kaldı. Beyaz kıyafetleri kızıla boyanmıştı, kan damlaları kirpiklerinden akıp yüzünü öpüyordu.

Wang Yibo güllerin arasında kırmızıya dönüştü. Ona daha fazla yaklaşamayan Xiao Zhan sonunda ismini hatırlatmıştı, hemen adını haykırdı. Geç olmuştu, güneş batmıştı. Hava karardı ve gözleri görmez oldu. Başına bir darbe daha aldı. Kanatları onu toprağa doğru çekmeye başladı. Güllerin dalları aralandı ve ıslak toprak onu hemen kabul etti. Bağırışları bir anlam ifade etmiyordu. Wang Yibo hiçbir şey söylemeden, düz bakışlarını mezarında yatan genç adama çevirdi.

Başına aldığı başka bir darbeyle nefes nefese gözlerini açtığında o darbelerin aslında hissettiği acıdan kaynaklı olduğunu anladı. Hemen ayağa kalktı. Artık başı dönmüyordu ama titriyordu. Belinde duran kemeri kontrol etti.

Sevdiğim tek insanı aldınız. Ben de sizin canınızı alacağım.

Camı açarken kan kurumuş kirpiklerini kıstı. Ne zamandır baygın olduğunu bilmiyordu ama hava henüz kararmadığına göre fazla uzaklaşmış olamazlardı. Kendini camdan aşağıya attı ve yere ulaşmadan kanatlarıyla yükseldi. İnsanların onu görmesi umurunda değildi. Beyaz, görkemli kanatlarını birkaç kez çırpıp bedenini denize doğru döndürdü. Ağlarken Shao Guiren'in sesini duymuştu, gemiyi hazırlayıp hazırlamadıklarını soruyordu. Kalbi acıyla kasıldı. Onu elbette bulacaktı! Wang Yibo'yu bulacaktı. Özgür olacaklarsa onun gözlerinde özgür olmalıydı. Uçacaksa onun nefeslerinin akıntısında uçmalıydı.

Olabildiğince ağaçların içinden dolanarak geçiyordu. Hızlı olabilmek için dönerek tepelerin yanından süzüldü. Rüzgar kana bulanmış alnını okşayarak saçlarını geriye uçurdu. Ona ne yapmış olabilirlerdi? Onu gemiye nasıl bindirmişlerdi? Deneylerine şimdiden başlamışlar mıydı? Öfke bir alev gibi bütün tenini ve kemiklerini yakıyordu.

Kan ve Kanatlar [Yizhan]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin