come back home

276 36 23
                                    

× Gavin James, Alan Walker / Tired ×

13

Titreyip duran telefonumu aldım ve tamamen kapattım. Han nehrinin sessiz sakin pek bilinmeyen kıyılarından birine arabamı park etmiş, tahta bir bankın üzerinde nehire bakarak biraz olsun zihnimi boşaltmaya çalışıyordum. Durgun nehir, hafif esinti iyi gelir sanmıştım ama sessize almama rağmen titreyip duran telefonum yüzünden rahatlayamıyordum.

Derin bir nefes aldım ve bedenimi biraz kaydırarak kafamı banka yasladım. Hayatım ne zaman tekdüzeliğinden çıkmıştı? Yuk hei geldiği zaman.. Beni değiştirmişti. Ondan hoşlanıyor olduğumu fark etmem bir işe yaramayacaktı. Yakında, onu bir daha asla görmemek üzere tüm bağımızı kesecektim.
Onu sevmemin bana yararından çok zararı olacaktı. Ailesi güçlüydü, kendisi zaten katil herifin tekiydi. En başından onu hafife almak benim hatamdı zaten.

Henüz filizlenen hislerimi yok etmek en iyi yoldu. Yuk hei'yle ilgili kararımı verdikten sonra bir süre daha orada oturarak güneşin batışını izledim. Hava kararmaya başladığında uyuşuk adımlarla arabama bindim. Kapattığım telefonumun parlak ışığı gözüme yansıdığında gözlerimi kıstım. Doğrudan eve gitmeli, sıcak bir duş almalı ve yumuşak yatağımda güzel bir uyku çekmeliydim.

Seul'ün ışıklı binaları arasından geçerken kliniğimin de önünden geçmeye karar verdim. Kliniğin girişi camla kaplıydı, ışıklar kapalı, stor perdeler çekiliydi. Anlaşılan sekreterim Min Ji çoktan eve gitmişti. Bir anlığına gözüm, kliniğin önüne sıralanmış ağaçlardan birinin önündeki gölgeye takıldı. Orada biri vardı ve sanki birini bekliyordu. Biraz daha inceleyince kim olduğunu fark ettim. Aceleyle frene bastığım için bedenim sertçe öne fırlamıştı ve az kalsın başımı ön cama çarpıyordum. Kalbim korkuyla ve adrenalinle doldu. Önümde ve arkamda araba olmaması tamamen şansımdı. Böylesine bir frenle muhtemelen arkamdaki araba bana çarpardı. Nefesimi düzenlemeye çalıştım. Fren sesini duyan caddedeki insanlar arabama bakmaya başladılar. Çok fazla gözün arabamın üzerinde olduğunu hissedince hızla gaza bastım ve eve doğru sürmeye başladım.

Yuk hei'yi ofisimde bırakıp kaçmamın üzerinden saatler geçmesine rağmen hala orada ne yapıyordu bu çocuk? Onu orada, ofisimin olduğu cama bakarken görmek kendimi tuhaf hissettirmişti. Resmen kaçmıştım. Yüzleşmekten korkmuştum. Bu ben değilim. Sevdiği çocuktan utanıp kaçan liseli kızlar gibi davranıyordum. Nerede kalmıştı o cesur kız? Sıkıntıyla direksiyon sıkıca kavradım. Birdenbire çalmaya başlayan telefonumla günün ikinci küçük aksiyonunu yaşadım. Direksiyondaki düğmeye basarak telefonu açtım.

"Rose?"

Babamın sesi arabada yankılandı. Otoriter, bariton sesini duyduğuma ürperdim. Babamla aramız pek iyi değildi. İkimizin arasında oldukça kalın bir duvar vardı ve o duvar evden kilometrelerce uzakta bir yer olan Kore'ye taşındığımda iyice kalınlaşmıştı.

"Evet, baba?"

Hafifçe öksürerek ses tonumu ayarladım. Babam önemli bir şey olmadıkça beni aramazdı. Bu sefer ne olduğunu gerçekten de merak ediyordum.

"İngiltere'ye dön, Rose."

"Ne? Bunu neden yapacakmışım?"

Sözlerimin ardından sertleşen yüz hatlarını göremesem de hayal edebiliyordum. William Campbell sorgulanmaktan hiç hoşlanmazdı.

"Sana ne diyorsam onu yap. Eve dön, Rose. Senin için yarın sabah erkenden bir uçuş ayarladım. Eşyalarını şimdiden toparlamanı öneririm."

"Ama ba-"

Kapanan telefonla cümlem yarım kalmıştı. İstediği şeylerin derhal yapılmasını seven babama bu defa istediğini vermeyecektim. Ben bir çocuk değildim ve verdiğim kararların arkasında duracaktım. Ne olursa olsun Kore'de kalmak istiyordum ve öyle yapacaktım.

°°°

"Efendim, uçak hazır. Bayan Rose'un en hızlı rotayla İngiltere'ye getirilmesi için pilotlarımızı bilgilendirdim."

"Anladım, Matt. Çıkabilirsin."

Matt odadan çıktığında, William Campbell elini alnına götürerek, alnını ovdu. Kızı, Rose Campbell inkar etse de kişilik olarak kendisine çok benziyordu. İnatçıydı, dediğini mutlaka yapar, yaptırırdı, sözünden de asla dönmezdi. Her ne kadar baba-kız olarak ilişkileri iyi olmasa da kızının sandığının aksine, William, Rose'a değer veriyordu. Annesi Linda'yı ara sıra aradığını biliyordu. Karısı Linda'yla Rose henüz çocukken ayrılmışlardı ancak William, hala eski karısına aşık zavallı bir adamdı. Tek çocuğunu da karısıyla birlikte kaybetmemek için Rose'un velayetini kendi üzerine almıştı.

Rose'un İngiltere'ye dönmesini asla istemezdi ama şu anda durumlar farklıydı. Kızı tehlikedeydi ve bunun farkında bile değildi. Onu Kore'deyken iyi koruyamamaktan korkuyordu William Campbell. Baba olmakta başarısız olsa bile kızını korumakta kararlıydı. Wong hong tao, o pislik herif kızının tek bir saçının teline dahi dokunamayacaktı.

(Yazar notu: Rose, Hae So'nun asıl adıdır. Kore'de daha rahat olması için Hae So ismini kullanır.)

-

13.Saatimizi de tamamladık.

Nasılsınız? Umarım iyisinizdir :)

love me like you do ✙ wong yukheiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin