Jungkook'un hastanede olduğu zamanlardan bir kesitle bölüme başlamak istedim. Keyifli okumalar dilerim, umarım beğenirsiniz. 🌼
Halsey~ Castle
❧
Silik, eksik bir tarihin zayıflamış kollarına mührünü vurduğu vakitlerde, pencerenin içine sızan kış Güneşi, son dakikalarını yaşıyordu. Birazdan bir binanın arkasına doğru inecek ve araya giren bina ile birlikte odanın içine sızan ışıklar da gidecekti.
Sang Min, yani genç adamın menajeri, onun pencerenin önüne ulaşmasına yardımcı olmuştu. Son birkaç gündür olduğu gibi genç adam yine orada, tekerlekli sandalyenin üzerinde oturuyor ve dışarıyı izliyordu. Dalgın, düşünceli ve fazlasıyla sessizdi. Onun eskiden de fazla konuştuğunu duymazdı ancak sanki şimdi, bu suskunluğu daha korkutucu bir hâl almıştı. Yüzündeki sargı, sargının altında bir kafesin içindeymiş gibi cansız, orada bir esirmiş gibi zamanı yıllandırmış olan gözleri, iki dipsiz kuyu gibi durgun ancak ve belirsizdi. İçinde ne olduğu öngörülemezdi... Yine de suyu kıpırtısız bir şekilde zihnine akıtmıştı. Artık zihni, bilinci ve gözleri suyun içindeydi.
Sang Min, onun arka çaprazında dikiliyordu. Gözleri, genç adamın üzerindeydi. Bir süre sonra genç adamın gözlerinin ileride bir noktaya takıldığını fark etti. Onu odada yalnız bırakma vakti gelmişti işte... Her gün birisinin bekliyordu sanki. Böyle olduğunda odada tek başına kalmak istiyordu. Gözleri, takıldığı noktayla beraber ilerlemeye devam ettiğinde arkasını döndü ve onu odada yalnız bıraktı.
Odada tek başına kalan genç adam, gözlerini kırpmadan bir süre daha sessizce onu izledi. Sarı saçları dalgalı bir şekilde omuzlarından beline kadar uzanıyordu. Biçimli yüz hatları, iri gözleri, dolgun ve canlı bir renge sahip gözleri bu mesâfeden kolaylıkla seçilebiliyordu. Üzerinde sarı bir kapüşonlu vardı. Saçları ile uyumlu duruyordu, bu renk ona yakışmıştı. Hastane kokusu, kasveti ve sıkıcı, solgun renklerle dolu arka bahçede bir Güneş gibi parlıyordu.
Yüzünde hiçbir ifade yoktu. Dakikalarca onu izlemeye devam etti. Telefonundan, her gün yaptığı gibi bir şarkı açıyor ve sonra dans etmeye başlıyordu. Teni beyaza çalan bir renkteydi. Üzerine vuran Güneş ışığının altında hareket ederken figülerine değil de böylesine basit hareketleri yaparken bile nasıl bu kadar dikkat çekici olduğunu düşündü. Belki de günlerdir bu odada olduğu için böylesine ufak hareketler bile dikkatini çekiyor, onu etkileyebiliyordu. Sonuçta bu onun hayatının merkeziydi; dans, müzik ve bu ikisiyle ne yapacağını bilen birisi.
Adını bilmiyordu ancak bu ülkeden olmadığı belliydi. Her zaman gördüğü yüzlerden farklı, unutulmayacak türden ufak ve zarif bir yüzü vardı. Ona ilgi duyduğu falan yoktu... Sadece yaptığı basit hareketlerle bile nasıl bu kadar dikkatini çekebildiğine hayret ediyordu. Belki de düşündüğü gibi burada canı sıkıldığı için onu izleyerek vakit öldürüyordu. Çünkü bu onun dans ederken gördüğü ilk kadın değildi. Belki de şehrin en iyi dansçısıydı, sayısız kez dans gösterilerine katılmış ve yüzlerce kadınla dans etmişti. Hepsi de, şu an gözlerini üzerinden ayırmadığı kadın kadar günlük giysiler içinde değillerdi, cürretkar, sıkı elbiseler içinde esnek hareketler yaparak kendisine manidar bir şekilde bakan birçok kadın partneri olmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dance To Death | Liskook
Teen Fiction"Seninle; bu şehrin her bir karışında, birbirimize karışana ve ellerim tenine kaynayarak senden bir parça olana kadar dans etmek istiyorum." Jeon Jungkook ❧ Lalisa Manoban Kapak Tasarım: @IseraRoss ♡ ➻ Argo ve yetişkin içerik bulundurur!