O zamanlar küçük bir çocuktum. Aklım yetmiyor işte, ne görsen pervasızca istiyordum. Hatta annem çocuğun canı çekmesin diye dışarı çıktığımızda olabildiğince dükkansız yollardan, yolu uzatarak götürürdü. Haklıydı da istediğimi almadıkları için oyuncakçıda kendimi yerlerden yerlere attığımı hatırlıyorum. Böyle olduğunda Annem hep babamın evde oyuncak gizlediğini söylerdi ama babam bana hiç yalan söylemezdi. O yanımızdaysa sorardım ve "yok kuzum öyle bir şey" derdi. Hatta bu yüzden annemle tartışırlardı. "Çocuğu avutmaya çalışıyorum, senin yaptığına bak" diye. İlkokul üçüncü sınıftı sanırım. Yine o dönem üstümde mavi önlüğüm, beyaz yakamla tüm çocuklar gibi okula giderdim. Aslında tüm çocuklar gibi görünürdüm ama salaş bir tarzım vardı. Mesela yakam hiç düzgün durmazdı. Önlüğüm yamulur giderdi. Dışardan bakan serserilikten derdi ama aslında kıyafetlerimin büyük olmasındandı.
İşte üçüncü sınıfta; ilkokulun başlangıcında büyük alınan önlüğümün büyüklüğüne neredeyse yetişmiştim. Hatta 4. sınıfta tam oturmuş, 5. sınıfta ise dar stille takılmıştım. O dönemler daha serseriydim. Çünkü yakamın iliği kopardı sürekli; kavgadan değildi, darlıktandı. Üçüncü sınıftayken ayakkabım ara ara patlardı. Evimizde sürekli bali bulunurdu ve annem çoğu zaman tamirini kendi yapardı. Tabi annem kola kutusuyla maçı yasaklamıştı. Ama ne zaman tenefüse çıksam kendimi tutamayıp karışırdım maçlara. Yine o dönemlerde, beslenme denilen bir sistem vardı. Ayrımcılık olmasın diye öğretmenler her gün için bir liste verir. Beslenme çantaları da o listedeki besinlerle doldurulurdu. Hatta soğuk yumurta kokusunu sevmemeyi o dönemde öğrendim.
Üçüncü sınıfın başındayken listeler açıklanmıştı. Beslenmede çarşamba günü için serbest meyve yazmıştı öğretmen. Ben, her çarşamba dedemin köyden gönderdiği meyvelerden yiyordum. Bu da genelde elma oluyordu. Sınıfta ikinci sırada oturan Alper vardı. Ailesinin durumu biraz iyiceydi. Hatta zaman zaman değişik kalemler kullandığını bile görmüştüm. Bir çarşamba günü ise muz getirmişti sınıfa. Muz cidden o dönem çok lüks bir meyveydi. Hatta bizim eve muz çok ama çok nadir gelirdi ki muzu dondurma gibi yalayarak yiyip, kabukların içini kemirdiğimizi hatırlıyorum. Alper, sonraki hafta yeniden... Her hafta neredeyse. Hep uzaktan bakıyordum. Hatta Alper'le arkadaşlığımızı ilerletip muzunun bir kısmını alabilir miyim diye düşünüyordum ama Alper çoktan sınıfın en popüler çocuğu olmuştu. Bir akşamüstü, babam televizyonda maç izlerken cesaretimi topladım. "Neden bana hiç muz almıyorsunuz? Arkadaşlarım her çarşamba muz getiriyor." dedim. Arada pozisyonlar oldu heyecan yükseldi, babam duymadı, annem çaylarla araya girdi derken konu kapandı gitti.
İki gün sonra okul yoluna düştüm. Ayaklarım geri geri gidiyordu. Çarşamba günlerini hiç sevmiyordum çünkü. Günün acısını beslenme çantamdan çıkartıyordum yine. Elimde sallaya sallaya. Sağa sola sürte sürte... Beslenme dersi geldi. İştahım kaçıktı. Hiç açmadım bile o gün çantamı. Alper ise her zamanki gibi muzu çıkarttı ve çevresindeki birkaç kişiyle de paylaşıp yediler. Ben ise sadece durdum. Baktım. Dersler bitince de evin yolunu tuttum. Normalde eve gidişte asfaltı yakın zamanda dökülmüş bir yokuş vardı. Biraz büyük abiler altlarında sabunlu mermer ile buradan kayarlardı. Yani bir parlak mermer parçasının altına sabun sürerlerdi ve yokuştan aşağıya doğru hızla kayarlardı. O gün de aşağı doğru kayan çocukların hareketliliği vardı. Ben de yine bir hışımla kenarda bulduğum sabun parçasını aldım. Altı plastik olan kare şeklindeki beslenme çantamın yine alt kısmına sürdüm. Ardından da beslenme çantamın üstüne oturup aşağıya doğru kaymaya başladım. Plastik olduğu için verimi mermer gibi olmamıştı. Hatta ara ara takılmış, ayağımla zorlayarak götüm götüm yola devam etmiştim. Belirli bir mesafeden sonra kaydıkça burnuma muz kokusu gelmeye başlamıştı. İçimden Alper'e kızıyordum. Burnumda tütüyordu resmen muz kokusu. Yokuşun alt kısmına geldiğimde beslenmeyi aldım elime. Beslenmem, sürtünmeden dolayı alt kısmından delinmişti. Tam bir kabus anıydı. Belenme çantası çok önemliydi çünkü. Her ne kadar o sıralar çantaya sert yapsam da bunun olmasını istemezdim. Eve gittiğimde fırçayı yiyecektim. Korku sarmıştı. Nasıl düzeltebilirim diye fermuarını açtığımda ise muz kokusu iyice artmıştı. İnanılır gibi değildi. Çantamda bir muz sapı ve azcık kabuk parçaları vardı. Ama muz? Muz neredeydi? O dakika çantamı gökyüzüne doğru kaldırıp ağlamaya başlamıştım. Neden öyle seramoni ile ağladığım konusuna ise şimdi aklımdan cevabım; Aslan Kral'da izleyip etkilendiğim bir sahnenin etkisiymiş.
Meğer annemler muz koymuş beslenmeme. Beslenme çantası delinince, bir de üstünde oturduğum düşünüldüğünde.. Yokuşu o günden sonra "muzlu asfalt" diye isimlendirmiştim. Hayal ettiğimin aksine annem çantanın garip haline kızmamıştı. Gülümsemişti. Kim bilir neler düşünmüştü. Ama her şeye rağmen hamarat şekilde beslenme çantama yama yapmıştı ve öyle kullanmaya devam etmiştim. O olaydan sonra okulun kapanmasına belki 5 hafta kalmıştı. Her çarşamba okula muzla gönderdi bizimkiler beni. Gerçi ben okula gitmeden, dayanamayıp her seferinde yoldayken yedim muzları.
Hiç sorgulamamıştım muzun nasıl alındığını...
Yıllar sonra annem söyledi; babam işe giderken, haftada üç gün normalden erken uyanıp minibüse binmemiş ve yürümüş. Ayaklarda nasır, bacaklarda damar tıkanıklığı ve dizlerinde kireçlenme olan biriydi... Ben babamın anneme ayaklarını keyif için ovalattığını düşünürdüm. Oysaki şişlik ve ağrı yüzündenmiş.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bu Senin Hikayen
Short Story"Bu Senin Hikayen" Belki bir değişim hikayesi seni başarıya sürükleyen. Belki bir kişi; her şeyi farklılaştıran. Belki de kötüye yolculuğun bileti... Kimi zaman eğlenceli, kimi zaman hüzün dolu. Ama hepsi bizden, hepsi bizi biz yapan hikayeler... Ba...