"KAÇ !"

4 0 1
                                    

Defne'den
Tabiki hesabı ödemeyecektim. İlk önce üstünde 'WC' yazan kapıdan girdim, yaklaşık on dakika sonra da dışarı çıkıp Sedef'i beklemeye başladım. Niye böyle bir zahmette bulundum bilmiyorum. Ergenlik döneminde yaptıklarımı tekrar etmek istedim sanırım.
Yolun kenarındaki ağacın gölgesinde beklemeye başladım. Telefona bakıp gelen bir kaç mesajı yanıtladım. Sedef hâlâ gelmiyordu. Kulaklarımı sağır eden araba freni ile kaşlarımı çatarak arabanın içindeki adama baktım. Gözündeki güneş gözlüğü, kim olduğunu anlamama engel olamadı. Ne ara çıktı bu nezaretten?
"Yolumu mu gözlüyordun?" diye sorması ile daldığım bedeninden gözlerimi çekip, artık gözlük olmayan gözlerine baktım.
"Sen beni mi takip ediyorsun?" Her yerde karşılaşmamızın başka bir sebebi olamaz değil mi?
Olabilirmiş...
"Benim iş yerimin önünde olan ve bekleyen sensin."
Sözlerine diyecek cevap bulamadım. O ise bundan çok memnun görünüyordu.
"Ee kimi bekliyordun?"
"Kuzenimi." dedim restoranta bakarak. Otuz iki diş gülümsemese her şey benim için daha kolay olurdu. Artık arabadan inmiş, kafasını hafif sola eğmiş, elleri ceplerinde ve arabanın kapısına yaslanarak bana gülümsüyordu dişlerini hâlâ göstermeye devam ederek. İçimden gelen gülme isteğini daha fazla tutamadım. Ben de sırıtmaya, sonra gerçekten gülmeye başladım.
"Ne oldu? Niye güldün aniden?"
"Sinirlerimi bozuyorsun."
Kafamı çevirmiştim gülmemin geçmesi için. Ama o bu sefer de kafasını benim çevirdiğim tarafa doğru daha çok eğip görüş alanıma girince daha çok gülesim geldi. İlk defa onunlayken gülüyordum.
Sedef havalı havalı içeriden çıkınca artık gülmeyi ikimiz de kesmiştik.
"Hadi Defne." dedi yanımdan geçip. Üç beş adım koşarak yanına yetiştim. Arkamı dönüp baktığımda hâlâ sırıtarak bana bakıyordu. Sol gözünü kırptığında gülme-mek için alt dudağımı ısırdım ve yürüdüm.

Sedef'ten
Akşam üçümüz Yiğit'in seçimi üzerine gerilim filmi izlemiştik. Sabah dokuzda işe gitmek zorunda olduğum için -ve uykuya bağımlı olduğum için- ben onlardan biraz erken yatmıştım.
Alarm daha çalmaya başlamamıştı ama telefonumun zil sesi durmadan çalıyordu. Uykulu uykulu telefonu açıp hoparlöre aldım.
"Sedef. Ben Savaş'a gidiyorum. Yiğit'e söyleme idare et beni."
"Tamam git git. Dur. Ne?! Sen Savaş'a niye gidiyorsun be?"
"Aradı beni hastayım ölüyorum dedi. İçim rahat etmedi gidiyorum işte yarım saat idare et."
"Nasıl aradı ya? Numaranı mı verdin?"
"Hayır vermedim ve nasıl buldu bilmiyo-rum. Hadi kapat."
Arkasından bir şeyler daha söylemeye ça-lıştım ama telefonu kapatmıştı. Her ne kadar kalkmak istesem de uyku ağır basmıştı. Yatağımın bir kenarı duvara dayalıydı ve ben duvara dönüp uyumaya devam etmek istemiştim. Yiğit bana seslenene kadar...
"Defne nereye gitmiş nereye gitmiş?"
Gözlerimi aniden açabildiğim kadar açtım ve duyduğum sesin rüya olmasını diledim. Ama değildi. Yiğit kapıda durmuş tek kaşı havada bana bakıyordu.
"Bilmem nereye gitmiş?" birkaç dakika sonra olacakları tahmin edebildiğim için yataktan fırladım. Tamam Yiğit haklı. O adamların etrafında dolanmamamız gerek. Hadi ben neyse benim yapmam gereken şeyler var da bu salak Defne ne istiyor? 
Yiğit'in şiddetle kapattığı kapıyı tekrar açıp peşinden fırladım üzerime bir ceket geçirerek. Nereye gideceğini biliyordum ama ben evin adresini bilmiyordum. Yiğit arabanın motorunu çalıştırıp gaza bastı. Peşinden de ben. Bir yandan Defne'yi arıyordum bir yandan da Yiğit'e yetişmeye çalışıyordum. Ama ne telefon açıldı, ne de Yiğit'e yetişebildim.
Büyük siyah demir kapı açıktı. Arabayı girdiğim gibi durdurarak indim.
"Defne!" "Defne!" Yiğit'in öfke dolu bağırışlarından ben bile korkuyordum. Evin kapısından önce Defne, sonra Savaş çıktı.
"Yiğit?" dedi Defne korka korka. Yiğit'in alev saçan gözleri, Savaş'ın kedi gibi bakış-larıyla buluştuğunda ortama ölüm sessizliği hakimdi. Uykulu uykulu gözlerle etrafa bakıp "n'oluyor burda lan?" diyen Baran'ın sesini duyana kadar.
"Doktor?" dediğinde gözler benim üzerime dikildi. Ya da üzerimdeki Darwin'li pijamalarıma. Ulan Defne! Seni şuradan kurtarır kurtarmaz kendim geberteceğim. Biraz olsun ortamı yumuşatmaya çalışıp işi şakaya vurmayı denedim.
"Defne?" dedim sanki voleybol topunu pas atar gibi. Sıra ona geçmişti yani. O da bunu anlamış olacak ki sırasını Yiğit'e devretti. Tabiki anlayacak. Çünkü biz Sedefneyiz.
"Yiğit?" dedi sanki hoşgeldin der gibi. Ama Yigit bey oyun oynamayı hiç bilmiyor.
"Kesin lan tantanayı! Defne senin ne işin var iki herifin evinde sabah sabah?!"
"I-ı şey."
"Ney?"
"Buraya geldim çünkü..."
"Çünkü ney?"
"Ben de bilmiyorum Savaş'a sor."
Ve şimdi tüm gözler benim pijamalarım-dan çekilmiş, Savaş'a bakıyordu.
"Bu açıklamayı en iyi Baran yapar."
Böylelikle Savaş topu kolayca Baran'a attı. Ama Baran ise yardım dileyen gözlerle bana bakıyordu. Ve Defne de. Ve Savaş da. Üçü de benden bir şeyler beklerken Yiğit daha fazla yerinde kalamadı ve Savaş'ın yakasına yapıştı. Baran hemen aralarına girip ayırmaya çalıştı. Defne yerinde durmuş hâlâ bana bakıyordu. O an aklıma başka bir şey gelmedi. Kimseye çaktırma-maya çalışarak Defne'ye bayılmış gibi yapmasını anlatıyordum. Anladı zaten o da. "Yiğit! Gözlerim karardı!" dedi ve sendeledi. Yiğit sanki esprinin tam sırasıymış gibi "Bir de bayıl istersen Feriha!" dese de o, çoktan Yiğit'ten kurtulup Defne'nin yanına gelen Savaş'ın kollarına bıraktı kendini. Salak!
Yiğit, "Bırak lan sen!" diyip Defne'yi kucağına aldı.
"Gerçekten arabaya mı götüreceksin komiser?" dedi Baran. Bu adamın mesleklere takıntısı var. Yiğit biraz olduğu yerde durup düşünse de sonra içeriye yürümeye başladı. Bana "Eve git Sedef!" diye bağırıp kapıdan içeriye girdiğinde bahçede bir ben, bir de Baran kalmıştık.

İnti-AşkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin