Dışarısı o kadar sessizdi ki odanın duvarında asılı duran saatin çıkardığı ritmik ses çok net fark ediliyordu. Kar yağışından sonra gelen sürpriz şeylerden biri de sessizlik olmuştu. Soğuktan dolayı dışarıda olan hiçbir canlı, hatta insan kalmamıştı. Arada bir rüzgârın etkisiyle bir çam ağacının kuru dalı Jane’in penceresine çarpıp duruyordu. Jane, saatin her saniyede çıkardığı sesleri, ağaç dalından gelen sesi duyana kadar saydı ve ağaç dalının kaç saniyede bir çarptığını bularak rüzgarın hızını hesaplamaya çalıştı.
Jane yattığı yerden doğruldu. O kapının önünden geçerken duyduğu şeylerin üzerinden bir saat bile geçmemiş sayılırdı. Zihninde dolanıp duran soruların sonu yoktu. Jane onları susturmak için her şeyi yapabilirdi. Başkaları ona baktığında kaybettiği çocuğunu, çektiği açlığı ve kalbine gömdüğü acısını görüyor.
İçinde bulunduğu odanın duvarlarının üzerine geldiğini hissettiği anda kendini dışarı attı. Her ne kadar zaman hızlı geçiyor olsa da sıkılıyordu, devamlı sohbet edebildiği tek kişi Erin’di ama çok yoğun geçen eski hayatından sonra her gün boş boş oturmak onu geriyordu. Dakikaları, hatta saniyeleri saymaya başladığını fark etti.
Konuşabileceği birilerini bulma umuduyla evde gezinmeye başladı, nereye veya kime gittiği konusunda hiçbir fikri yoktu. Sadece kendini yalnız hissediyordu.
Evin içinde yavaş yavaş dolaşınca daha önce farkına varmadığı şeyleri gördü, mesela saatin hemen yanında duran üç maymun biblosunu. Maymunlardan bir gözünü, diğeri kulağını, sonuncusu da ağzını kapatmıştı. Jane bunun ne anlama geldiğini bilmese de güzel göründüğünü düşündü.
Okulda sanat tarihi adlı seçmeli bir ders vardı fakat babası onu görmesine izin vermemişti. Ona göre sanat, uygarlığın gelişmesine hiçbir katkı sağlamayan gereksiz bir şeydi. Sıra duvardaki tablolara geldiğinde Jane en dikkat çekici olanın önünde durdu, sahte olduğu çok belliydi fakat anlaşılır bir resimdi. Karışık renkler ve desenler arasında vücutları bozuk orantılı iki kadın göze çarpıyordu, Jane ikincisinin kadın olup olmadığından emin olamadı çünkü öbüründen daha garipti. Görüntüsü ilk kadının elinde tuttuğu ayna benzeri bir şeyde belirmişti ve şiş karnı hamile birininkine benziyordu. Jane, Angela’yı hatırladı. Tablonun ona ne anlatmaya çalıştığını anlamasa da ürpermişti. Altında yazan ince yazıyı sonradan fark etti. Picasso, Femme devant le miroir.
Duvardaki diğer tabloları inceleyerek yürüdü, bu sırada koridorun sonuna ulaştığını fark etmemişti bile. Koridorun açıldığı büyük salonda kimse olmadığı için mutfağa geçti.
Mutfakta arkası dönük bir erkek görünce bunun Oakhla olduğunu anlaması zaman aldı, onu o kadar uzun süredir görmemişti ki neredeyse burada yaşadığını unutmuştu. “Hey,” diye seslendi ona. Oakhla ona döndü ve gülümsedi. “Erin’i gördün mü?”
“Merhaba Jane,” Oakhla tezgâhın önünden çekilince Jane yaptığı şeyi gördü, kaynar suyun içine konulmuş kurutulmuş bitkiler vardı. Mutfağın içini nahoş bir koku sarmıştı. “Hayır, görmedim. Angela için bitki çayı hazırlıyordum.”
“O nasıl?” diye sordu Jane, aklına koridorda gördüğü tablo gelmişti.
“İyi sayılır. Bebek tüm enerjisini emiyor,” Oakhla bunları kaygıyla söylemişti, “Bu yüzden yataktan kalkamayacak duruma geldi. Aynı şeyin tekrar olmasından endişeleniyorlar.”
“Neyin?” Jane kaşlarını çattı, “Daha önce ne oldu?”
Oakhla, anlatmakla anlatmamak arasında kalmış gibi duraksadı. “Angela ve Edward bebek konusunda daha önce de denemişti. Angela düşük yaptı, o kadar kötüydü ki onu bile kaybedebilirdik.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DÜŞÜŞ
Ficção Científica"Ben öbürleri gibi değilim," dedi Joce ona doğru tehditkar adamlarla yaklaşırken, Jane titriyordu ama bu soğuktan değildi, çocuk ürkütücü görünüyordu sadece. "Sorgusuz sualsiz hiç tanımadığım birine yardım etmem." "O zaman etme," dedi Jane ifadesiz...