11

726 96 66
                                    

24 Ocak 1911 - Hanguk

Benim için devlete kendimi anlatmak, bir cesede ilaç tedavisi uygulamak gibiydi. Hiçbir işe yaradığı yoktu. Kendime inandım, kendi yolumda gittim lakin biliyorum ki her şeyin er ya da geç doğrusu ortaya çıkacaktır. Kim bilir belki ben hayattayken belki de öldükten sonra.

Tanrı biliyor, ben karıncayı bile incitmekten çekinen zavallı bir öğretmenim.

"Albay?" Seslensem de odun kırmakla fazlasıyla meşguldü. Duymadı, dönüp bakmadı. Sanki bütün hıncını odunlardan çıkarıyordu. "Albay?" Diye ısrar ettim. En son ayakkabılardan birisini ayağıma geçirip yavaş adımlarla yanına yanaştım. Yüzünü göremiyordum lakin onu arkasından izliyor olmak dahi güzeldi. Sabah olmasına rağmen derli toplu olan saçları, şık kıyafetleri ve toprağın pisliğine meydan okuyan parlak ayakkabıları. Ben ise elime geçen albayın kıyafetleriyle duruyordum. Birkaç beden büyük ve bol...

Omzuna dokundum, sanki burada olduğumu biliyormuş gibi sakince yan gözle baktı. Gülümseyemedim, bugün enerjim yoktu. Yorgundum ve ruhsal durumum tam anlamıyla berbattı. "Beni korkuttunuz." Dedi bakışlarını takip eden sakin ses tonuyla. Pek de korkmuş gibi durmuyordu oysa ki.

"Korkuttum mu? Yerinizden sıçramadınız bile albay." Gülümseyip baltayı ağacın köküne sapladı. Şimdi bana dönüktü o gece uyurken mahrum kaldığım çehresi.

"Karnınız mı acıktı?" Israrla söylediklerimi duyamamazlıktan geliyordu. Eh, bu defa işime gelmedi değil. Feci halde açtım. Sabah kahvaltısı benim için en önemli besindi. "Kahvaltınızı odanıza getirmiştim." Kaşlarını çatıp suratımı inceledi. Bir şey mi vardı? Çirkin mi gözüküyordum? Baş parmağını yalayıp dudağımın kenarını sildi. Hissettiğim sıcaklık yüzünden irkildim. Onun cehennemi beni cayır cayır yakmak yerine üşütüyordu. "Diş macunu." Gülümsedi. İşte şimdi doğdu benim güneşim.

"Siz gelmeyecek misiniz?" Bu sefer ben duymamazlıktan geldim söylediklerini.

"Bu yüzden mi bana seslendiniz?" Bu zamana kadar Seung olmadan yemek yememiştim. Ailesiz, yapayalnız hissediyordum kendimi. En azından albayla olduğum vakitler yemek yemeyi tercih ederdim.

"Evet." Onu işinden etmek istemiyordum. Lakin yanıma gelip bana eşlik etse hiç fena olmazdı.

"Ben sabah yedim Bay Park, birazdan önemli bir toplantım var. Gitmem gerekiyor, arabam çoktan hazır edilmiş-"

"Zaten ben de pek aç değilim albay." Tek başıma yemek istemiyordum, artık bir travma gibiydi. Sanki o odada yalnız yemek yemek beraberinde daha büyük yalnızlıklar getirecekmiş gibi geliyordu. Her an silah sesi duyabilirmişim gibi...

Gözlerimi kaçırdığım sırada karnımdan gelen gurultu tüm söylediklerimi yalanladı. Gözlerimiz tekrardan buluştu, biraz sinirli, endişeli bakıyordu bana. İster istemez utandım. En azından birkaç dakika guruldamasa olmuyor muydu? Tam da gitmek üzereydi albay.

"Albay." Namjoon... Tüm o gerginliğimi üzerimden atmama yardımcı olan albaya seslenerek beni kurtardı. Her ne kadar albay ona henüz bakmamış olsa da. "Araba hazır, gitmeliyiz artık."

"Kahvaltı yapıp geliyorum Namjoon, sen önden git." Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Hani sabah kahvaltı yapmıştı?

Namjoon gözden kaybolduktan hemen sonra kolumu tuttu, beni odaya kadar nazikçe götürdü. Oturttu, tepsiyi kucağına koydu, yakama peçete sıkıştırdı. Bir bebekmişim gibi yemeğimi yedirdi. O süreç boyunca irislerim kehribarlarından bir an olsun vazgeçmedi. "Albay, ben kendim yerim." Zaten yaklaşık on dakikadır ağzıma bir şeyler tıkıştırıp duruyordu. "Zaten doydum." Diye devam ettim cümleme. Çatalı tepsiye nazikçe koyup yakamda duran peçeteyle dudaklarımı sildi. Fazlasıyla oyalandı, sanki ilk defa dudak görüyormuş gibi.

Soldier'JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin