4

864 117 50
                                    


17 Aralık 1910 - Hanguk

Günler, cam kırıkları gibi battı bedenime. Her gün ayrı bir acı çektim sanki. Nefes nefese kaldığım geceler  sevişmemizin eskisi kadar haz vermediğini hatırlattı bana. Yoruluyordum, inlemelerimiz çığlık gibi geliyordu artık kulağıma. Ben sanırım büyük bir pişmanlık yaşıyordum kendi içimde. Belki karıştırmasaydım bilmeyecektim onun gerçekte kim olduğunu.

Bilmeyecektim yakında eşim olacak bu adamın bana da ihanet ettiğini.

"Ben gidiyorum, bir şey istiyor musun?" Kaşlarımı çatıp tezgaha son çatalı koydum. Kahvaltılarımız da gereksiz geliyordu, onsuz olmak bir süreden sonra beni intihara sürüklüyordu. Çok düşünüyordum çünkü. Afalladığımı fark edip tabancasını kenara koydu, üzerindeki bütün ağırlıklardan kurtulmuş gibi yanıma ilişip kollarını ona nazaran cılız bedenime doladı. Ağlamak istedim, sormak istedim. Bana neden bunu yaşattığını delicesine merak ettim.

Oysa ki aşkımızın bir oyun olduğunu bilmiyordum. Seviyordum, evlenecektik biz. Eğer onunla evlenirsem bu yükü omuzlarıma alacaktım. "İyi misin?" Alnıma öpücük bırakıp yanaklarımı avuçlarının arasına aldı. Kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktım. Kalbim hızlanmadı, küçücük bir olayda ne çabuk unuttum aşık olduğum adamı. "Bu akşam doğum gününü beraber kutlamak için izin aldım fakat sen somurtuyor musun?" Sinirli çıkan ses tonuna karşılık kafamı iki yana salladım.

Daha fazla sorgulamadı zaten. Kapıya kadar eşlik ettim, arabasına gidiyordu ki arkasından titreyen sesimle bağırdım. Biliyorum, o gittikten sonra deli gibi ağlayacağım. "Vanilyalı olsun." Omzunun üzerinden bana baktı. "Pasta." Diye bilgilendirdim sevgilimi. Bir baş selamıyla gözden kayboldu.

Ne paramparça olan kalbim eskisi kadar iyi çalıştı ne de göz yaşlarım kaybolmak bilmedi. Bulaşıkları yıkamak için mutfağa gittim, yeni yeni toparlıyordum kendimi. Onun yokluğu kalbime bir ok gibi saplanmadan önce iyiydim. Neredeyse tüm kirlileri yıkadım lakin son bardak kayıp düştü elimden. Ona da sinirlendim, süngeri duvara fırlatıp hıçkıra hıçkıra ağladım. Nefessiz kalana kadar elimi ağzıma dayasam da ölmenin bir faydası olmayacağının farkındaydım elbette. Bir çareydi benimkisi de.

Doğum günüm ilk defa böylesine berbat başlıyordu. En azından bugünlük ihanetini hiçe saymak istedim. Lakin vicdanım el vermiyordu, beni, öğrencilerimi, tabur dostlarını hiçe sayarak Rusya'ya bilgi sızdırıyordu. Melek sandığım adam cennetine ihanet ediyordu.

Şeytanın da önceden melek olduğunu ne çabuk unuttum.

Zaman, hıçkırıklarımla birlikte geçip gitti. Ne yemek yapabildim ne de izinli günümün keyfine bakabildim. Şöminenin önüne kadar çektiğim tekli koltuğa kıvrılıp odunların çıtırtısını dinledim. İyi gelmiyordu sadece üzüntümü yatıştırıyordu. Sabahtan beri sadece lavaboya gittim, sürekli kahve yapıp içtim. Şimdi ise havanın kararmasını fırsat bilip tüm perdeleri sonuna kadar açtım. Tekrardan kuruldum eski yerime. Elimde acı kahve, ayaklarımda kalın yünlü çoraplar, üzerimde Seung'un hırkası, altımda da yazın kestiğim şortumla birlikte nişanlımı bekledim.

Gelmek üzeredir zaten, en azından pasta yiyecektim.

Kıvrıldığım küçücük yerde uyuya kaldığımı tokmağın sert sesiyle anladım. Yavaş adımlarla yerimden kalktım, hala daha cayır cayır yanmaya devam eden şömineme bir odun daha atıp kapıya koşturdum. Girişteki aynaya çarptı gözlerim, kızaran gözlerim, şişmiş dudaklarım ve gözlerime eşlik eden burnumla berbattım. Sıcaklığın verdiği mayışıklık da vardı üzerimde.

Küpemin teki kayıptı, yeni yeni fark ettim. Uyurken haddinden fazla hareket ettiğim içindi, diğerini de çıkarıp cebime koydum. Kapı ısrarla çalmaya devam ediyordu, açmak istemedim. Gece 12 olmuştu neredeyse, doğum günüm geçmek üzereydi.

Soldier'JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin