16

622 99 60
                                    


16 Şubat 1911 - Hanguk

Yitirdim kendimi kendi içimde. İyi miyim, değil miyim bilmiyorum ama ruhum yorgun. Elimi kaldıracak, çarşıya gidecek güç bulamıyorum kendimde. Zaten beni görenler nefret kusuyor aciz yüzüme. Oysa ki kimseye zarar vermeyeceğimi benden daha iyi biliyorlar. Lakin iyi olmaktan korkuyorlar, kimse de ardımda durmuyor zaten.

''Nereye daldınız öyle?'' Gülümseyip son kalan çikolata parçasını ağzıma tıktım. Şu zamanlarda kendimi bunlarla avutuyordum. Son günlerim olduğu halde kiloma da dikkat ediyordum. En azından albay beni güzel hatırlasın isterdim. Ölecek olsam da o güzel, incecik belimle aklında kalayım. Halat kesildiği an düştüğümde tutmaya çalışırsa şayet tüy gibi geleyim kollarına. Onun  canı yanarsa ruhum rahatsız olur, sürekli rüyalarına damlarım sevgilimin.

Zor olsa da öldüğümde unutmalı beni. Yeni bir hayat kurmalı. Yeni bir aile, yeni arkadaşlıklar, yeni kıyafetler, yeni ev.

''Çocukluğuma.'' Dedim neşeli sesimle. Camdan izlediğim manzara albaydan güzel olmasa da dalıp gittim işte. Zaten o da dayanamayıp kollarını karnıma doğru doladı, keskin çenesini omzumun üzerine bastırıp eşlik etti.

''Bu akşam balo var, beraber gideceğiz Bay Park.'' Bir heyecan ona döndüm. Kolları boşluğa düştü. Gidemezdim, onu da ayıplatamazdım sahte gülücükleriyle ün kazanmış kahpelere.

''Ben gelemem albay, siz yalnız gidin.'' Çehresi kasıldı, rahatsızdı sözlerimden. Hayatın acı gerçekleriydi bunlar. Tek gitmek zorundaydı. Üstelik sürekli baloya gitmek de neymiş? Seung beni öyle yerlere hiç götürmezdi.  Zorlukla gülmeye çalıştım. Haykırmak istedim aslında. Bu kadar çok gülüyor olsam da içim hep karanlık kalacak biliyorum. Zaten zoraki gülüşlerim dahi anlaşılmıyor, herkes dünyanın en çilesiz adamı sanıyor beni.

''Genç bir adam baloya yalnız gitmemeli Bay Park. Beni yalnız göndermeye gönlünüz el veriyor mu?''

Gitme albay...

''Belki güzel bir kadın çıkar karşınıza albay. Ben gittiğim zaman yalnız kalacaksınız zaten. Şunun şurasında kaç gün kaldı ki?'' Arkamı dönmek istediysem de izin vermedi. Kolumdan tutup beni kendisine çekti. Kafamı omzuna doğru yavaşça yasladım. Sertti hareketleri, kırgındı gözleri, titrekti saçlarımda gezinen parmakları.

''Ağlayın.'' Bir şey diyemedim. Sürekli ağlamam onu da üzüyordu. Üzmek istemedim, kendi içime attım göz yaşlarımı. ''Ağlayın Bay Park. Lütfen kırmayın beni.'' Günlerdir içimde biriktirdiğim yaşlar tek bir lütfen ile etrafa dağıldı. Onun çıplak omzunda delicesine ağladım. Bağıra çağıra...

Sanki bu anı bekliyordum. Kırıktım işte, albay da farkındaydı zaten. O benimle konuşmaz fazla, üzgünlüğünü pek dile getirmez. Lakin içinde kopan çığlıkları ona yaklaştığım an duyuyorum. Kalbinin sesi bile bir farklı atıyor sanki. ''Ben ölmek istemiyorum albay.'' İlk defa söylüyordum, ilk defa kırgınlığımı adam akıllı dile getiriyordum. Bu sözümle bir feryat koptu dudaklarından. Hıçkırdı, yaşları dahi durmak bilmedi. 

''Ölmeyeceksin.'' Yalancı albay...

Ve bu yalana kör kütük inanan aptal ben...

17 Şubat 1911 - Hanguk

Dünü ardımızda bıraktık. Gitmedi baloya, beni yalnız bırakmak istemedi. Beraber gideceğimizi söyleyip ikna etmeye çalışsa da kıyamadım ona. Zaten tek de gitmesine gönlüm el vermezdi. Benden başkasına gönlü kapılsın istemedim. Bu birkaç gündür hasta olduğumun farkında, sürekli kusuyorum. Yediğim yemekler zehir gibi geliyor dayanamıyorum.

Sabaha karşı birkaç asker dayandı kapıya. Beni arıyorlarmış. İdamım yaklaştığından dolayı tutuklanmam gerekiyor lakin albay evinde tutuklu olduğumu söylediğinde askerler gitmek durumunda kaldı. Heyecanlandım ister istemez. İpe asılmak nasıl bir duyguydu? Gerçekten ölmek için çok mu gençtim? Ölüm güzel miydi? Bu aptal, pervasız düşüncelerim sadece midemi gıdıklıyordu.

Odama kapattım kendimi, giyineceğimi söyleyip kapıyı kilitlesem de yatağın kenarına kıvrılmış, ağlar vaziyetteyim. Neyse ki henüz albay gelmedi yanıma.

Bazen kendime kızıyorum. Belki onunla tanışmasaydım gülerek giderdim ölümüme. Aşkım ölme dürtümü de engelliyor, yaşamaya alışıyorum kendimce. Daha güzel olmak için çabalıyorum. 

Daha güzel olmalıyım.

Zayıflamalıyım.

Beyazlar içinde güzel görünmeliyim.

Lakin ne acı, kefenim bile siyah olacak... Bana beyazı yakıştırmayan onca insan, koskocaman hükümet varken siyahlar içinde olmak zorundayım.

Ne acı değil mi?

''Bay Park?'' Ses vermedim, veremezdim. Titriyordu boğazım. Açık olan camdan bir koku geldi burnuma. Onun kokusu, açelya... Anlayacağınız yine canım burnumda. Ölüm ise fazlasıyla uzak bana. Kapatmak istedim camları lakin onu burnumda hissediyor olmak öylesine güzeldi ki kıyamadım kapatmaya. ''Bay Park, uyuyor musunuz?''

Ölüyorum...

''Geliyorum albay.'' Saatlerdir ağladığımdan olsa gerek sesim bile çıkmıyordu artık. Bu saat diliminde albay çarşıdaydı, biraz geç geldi lakin geldi işte. Beni ne zaman yalnız bıraksa ağlıyorum kendi kendime. Birkaç düşünce doluyor aklıma, ister istemez titriyor bedenim.

''Siz ağlıyor musunuz?'' Ağlamaktan çok düşünceler bitiriyordu beni.

Denize karşı bir bankta, omzuna başımı yaslayıp, sesinden şiirler dinlemek gibi çocukça isteklerim oldu. Bağışlayın albay...

Birkaç gün sonra aynı kağıdın ön ve arka sayfası olacağımızı bildiğim halde daldım  bu düşüncelere. Sonsuza dek beraber ama hiçbir zaman birbirlerini göremeyen iki tanrı kuluyuz işte. Ne bekliyorum ki ondan? 

Öylesine güzel seviyorum ki albayı... Öylesine saf... Öylesine temiz.. Öylesine derin... Ben onu kendimden daha çok seviyorum.

''Lütfen açın kapıyı.'' Paytak adımlarla kapıya gittim, belli belirsiz çevirdim anahtarı. Zor da olsa açtım kilidi, küçücük anahtar bile elime ağır geldi. Güzelleşeceğim diye kağıt kadar hafifleştim, albayın sevgisi de ağır geldi kalbime.

''Bu halin ne?'' Böyle zamanlarda resmiyeti hep kenara atıyordu. Kızıyordu bana. Ben de şikayetçi değildim, eğer o olmasa ne yapardım ben? ''Seni böyle görmekten bıktım Jimin. Lütfen gül artık.'' Kafamı iki yana salladım. Alt dudağım büküldü, çenem ağlamaktan ağrıyordu zaten. Neyse ki fazla azarlamadı küçüğünü. Kıyamazdı, o yüzdendi sesindeki bu kırgın tını. Lakin geceleri dışarıya çıkıp tüm odunları bertaraf ettiğini görmediğimi sanıyordu. Bütün hıncını onlardan çıkarıyordu sevgilim. Birgün bana patlar diye delicesine korktum.

''Ben sizi nasıl bırakacağım albay? Bu evden, açelyalardan, kıyafetlerinizden, kokunuzdan, en sevdiğim yastıktan, yemeklerinizden, nefes almaktan nasıl vazgeçeceğim?'' Ölüm, hissetmeyene kolay olsa da benim gibi tüm hücresinde hissedene zordu elbette. Size yemin ederim ki içimdeki duyguları aktarabilsem ne hissettiğimi anlardınız.

Park Jimin unutulacaktı... Kokum, yüzüm, kıyafetlerim, ses tonum, boyum hatırlanmayacaktı, silinecekti akıllardan.

Ben, hiçbir zaman var olmayacaktım.

''İzin vermeyeceğim Bay Park.'' 

Bana ne kadar daha yalan söyleyecekti sevgilim?

''Bir daha dünyaya gelsem aynı hayatı, ustaca ve korkusuzca yaşarım albay. Sizi tanımakta gecikmem.'' Bir gülümseme oldu yüzünde. Tarif edemediğim o lanet acı kalbimi delicesine sıkıştırdı. ''Siz bu karanlık kaderimin içinde bir sevinç ışığı gibi, kurumaya yüz tutan ekinlere can veren bir nisan yağmuru gibi birden bire geldiniz.'' Tek kelime dahi edemiyordu. Güzel sözlerime devam ettim. O ise edebiyatçı olduğumun yeni farkına varıyormuşçasına bir heyecanla dinledi beni.

''Biliyor musunuz albay? Bir kuş kadar özgür olsam yine de camınızın önünden ayrılmazdım.''

Soldier'JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin