8 Ocak 1911 - Hanguk
Gitti...
O gitti, açelyalar gitti...
Bir ben kaldım bu koca evde. Albay kahvenin son yudumunu dahi alamadan apar topar çıkıp gitti evimden. Biraz mutsuz olsam da fazla sorgulamadım. Çünkü albayın ne yapmaya çalıştığını öğrenmek haddime değildi. Onun yerine kahvesinin son yudumunu ben aldım. Bana göre fazla tatlıydı.
Kahve seçimi bile onun kişiliğini adam gibi yansıtmıyordu ki.
"Bay Park?" Kafamı yoklama defterinden kaldırıp öğrencime döndüm. Bir gazete getirip koydu önüme. Sadece baktım, soğuktan olsa gerek parmaklarım buz kesiyordu. Elimi kaldırıp gazeteyi alacak havamda değildim.
"Bu ne Seul?" Omzunu silkip geri yerine geçti. Belirsizlik içerisinde etrafıma baktım.
"Bakmazsanız ne olduğunu bilemezsiniz Bay Park." Gülümseyip gazetenin ilk sayfasını çevirdim. Ekonomi, gasp ve ona benzer birçok olay vardı. Beni ilgilendiren kısmını bir türlü göremediğimden olsa gerek gazeteyi katlayıp önüme koydum.
Ders anlatmam gerekiyordu, şu sıralar kafam pek yerinde değil zaten. Tam kafamı kaldırıyordum ki bir manşet ilişti gözüme.
"Albay Jeon Jungkook hain mi?"
Gözlerime inanamadım, kendimi masanın üzerine atıp gazeteyi daha yakından inceledim.
"Geçtiğimiz haftalarda saldırıya uğrayan albay bu sefer ne açıklamalarda bulunacak? Görevden alınmak üzere olan albay Jeon bu konuda hiçbir şey bilmediğine açıklık getirse de konsey, toplantıları daha sıkı tutmaya çalışıyor. Albay Jeon'un sürgün edilmesi hususunda yayılan dediko-"
Gazeteyi buruşturup masamın altındaki çöpe tıktım.
"Bay Park bu adam geçen gün gelen kişi değil mi?" Kafamı olumsuz anlamda sallayıp tahtaya döndüm. Bu kafayla ders anlatmam zordu. Yine de bildiğim kadarıyla anlatmaya çalıştım. Aklımdan her şey uçup gitti. Tüm Shakespeare sözlerini ezbere bildiğim halde bir tanesi bile dolmadı aklıma.
Zaten kısa süre sonra zil çaldı, Tabura gittim.
Baktım, gezdim, dolaştım. Yoktu... Kimsecikler yoktu etrafta. Evdeki mektupları hatırladım içime büyük bir hançer saplandı. Onları vermiş olsaydım belki de Seung'un pisliği yüzünden albayın canı yanmazdı.
Bir umutsuzlukla geri döndüm. Ezbere bildiğim, Seung'u öptüğüm yollardan geçtim. Hüzünlü gözlerimle inceledim her bir ayrıntıyı. Elbette aynıydı, hiçbir şey değişmiş değildi. Tebeşirle adımızı yazdığımız duvar bile yerindeydi. Giden tek şey oydu.
"Jimin?" Dönüp bakmadım. Bakamadım. Tanıdığım ses yabancı geldi kulaklarıma. Yanlış işittiğimi düşündüm. Tekrardan bağırdı. "Jimin?"
Omzuma sertçe dokunup adımızın yazdığı kırık duvara ittirdi. Sırtımı vurdum, küçük bir inilti kaçtı dudaklarımdan. Yüzümü buruşturdum, acıdan gözlerim doldu. Bana ilk defa sevişmemizden beri böylesine sert davranıyordu. Oysa ki dokunmaya bile kıyamazdı.
Gözlerimiz buluştuğunda bakışlarını kaçırdı. Yüzüne misafir olan küçük çiziklere karşı kaşlarımı çattım. Gözlerim yavaş yavaş kolyemize kayarken oraya ait olmayan yabancı morlukları gördüm. Başkasına aitlerdi, bana değil.
Ne tırnak izlerini doğru düzgün seçebildim ne morlukları ne de yüzündeki yaraları. Dolu dolu izledim onu. Utanıyordu, suratıma bakmaya korkuyordu. Titreyen elini omzumdan ittirerek nefes nefese suratına yumruğumu geçirdim.
Yetmiyordu, ona olan hıncım bir yumruktan daha sertti.
"Mektuplar nerede?" Dudağının kenarındaki kanı baş parmağıyla silip gözlerime baktı. Artık ilk karşılaşmamızdaki utanç yoktu.
"Albayda." Dedim boğazımdan çıkan sert sesimle. "Şimdi siktir git." Dönüp gidecektim ki bileğimden tutup çevirdi. Yüzümü duvara yaslayıp boşta olan eliyle kafama baskı uyguladı. Tuttuğu kolum kopacakmışçasına canımı yakarken tek bir hamle dahi yapamadım. Yanağım acıyordu, duvarın tırtıklı dokusu yanağımı çiziyordu.
"Bana ihanet mi ettin? Arkamdan iş mi çeviriyordun? Albayla yattın mı?"
"Kes sesini." Ne kadar denersem deneyeyim sırtıma yapıştırdığı kolumu kurtaramadım. Hareket ettikçe canımı yakmaya devam ediyordu. "Senin gibi şeref yoksunu bir adamla yan yana durmak bile utanç veric-" Kolumu enseme doğru kaldırdığında çığlık atar gibi inledim.
Kafamdaki elini bırakıp nereden çıkardığını bilmediği silahı dayadı. Ölmek bu saatten sonra zor değildi, bir kurşundu hayatımı elimden alabilecek olan etken. Lakin ölümüm bu şerefsizden olsun istemezdim.
Burnunu yanağıma sürtüp dudağıma dilini değdirdi. Artık mide bulandırıcı boyuta gidiyordu, yardım dilenmek istedim. Bu sokakta kimse bana yardımcı olmazdı. Üstelik üzerinde asker üniforması vardı, halk istesem de elini uzatmazdı.
"Bay Park?" Öğrencimin sesini işitir işitmez arkamı dönmeye çalıştım.
"Git buradan." Diye bağırdım avazım çıkana kadar. "Lütfen ona dokunma." Artık ağlıyordum, ne canımın acısı umrumdaydı ne de kafamdaki silah. Seung'un gözü dönmüşken beni dahi görmezdi.
"Bay Park iyi misiniz? Lanet olası asker, bırak onu." Bir koşturma sesi duydum, sonra Seung kolumu bıraktı. Dönmek için zaman bulsam da geciktim.
Silah sesi tüm bu boş sokağı çınlattı. Tüm vücudumu titreme alırken Seung'un endişeli gözlerine değdim. Yüzüme sıçrayan çocuk kanı midemi dahi bulandırmadı. Koşarak kalbinden vurulan Seul'un başına gittim.
O curcuna da Seung elime silahı tutuşturup kaçıp gitti. Attım, Seul'u kucağıma çekip can çekişen ruhunu kurtarmaya çalıştım. Etkisizdi, sadece ağlıyordum.
"Bay Park." Dedi o çok sevdiğim ses tonuyla. Son nefesini verdiğini biliyormuş gibiydi. Zaten akıllıydı benim öğrencim. "Aileme iyi bakın." Hiçbir şey diyemedim.
"Yardım edin." Diye bağırdıysam da duymadılar. Kanlı elini yüzüme götürüp gülümsedi. Tanrı şahidim olsun ki onun acıdan döktüğü her bir gözyaşı için bu dünyayı cehennem edeceğim.
"Bağırmayın." Olgundu küçük, öyle çok olgundu ki acı çektiği halde konuşmak için çırpınıyordu. Gözyaşlarımı minik parmaklarıyla silip dudaklarını araladı. Öksürükle birlikte dudağının kenarından dökülen kanlara çarptı gözlerim. "Kimse yardım etmez bize, siz de üzülmeyin lütfen. Birilerinin bedduası tutmuştur elbet çaldığım onca şekerden ötürü." Gülümseyip minik kanlı parmaklarını teker teker öptüm.
İlk önce nefesi kesildi ardından kolları yana doğru düştü.
"İşte orada." Diye bir ses duydum. Gözyaşlarımdan dolayı önümü bile göremiyorken. Bana doğru koşturan onlarca askere tek kelime bile edemedim. Kucağımda yatan minik bedeni aldılar, beni de kelepçeleyip kötü bir adammışım gibi alıp götürdüler.
Ne 8 yaşındaki öğrencimin hesabını verebilirdim ne de üzerime sinmiş kan kokusunun. Ben sadece ağladım, edebiyat öğretmeni olmama rağmen tüm yazarlar, şairler uçup gitti aklımdan. Kendimi güzel bir sözle dahi anlatamazdım.
Kilitli demirler arkasına girdiğimde bile tanıdık yerde olduğumdan korkamadım.
Saatlerce ağladım sert taşın üzerinde. Üzerimdeki lekeleri gözyaşlarım da aklamazdı elbet.
Bir enkazın altında başkasının kanıyla lekelendiğim için ölü sandılar beni. Bağırsam da duyulmam artık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Soldier'Jikook
FanfictionTamamlandı ✔️ -1910- "Gülün." Dedi onca farklı kelime varken. "Gülün lütfen, öndeki yamuk dişiniz öyle çok hoşuma gidiyor ki Bay Park." Son cümlesini yüzüme doğru fısıldadı. Ve devam etti beni bugün gömmeye niyeti varmış gibi. "Sizi yamuk dişinizden...