Uçak kalkarken, görevli kadının uyarısıyla kemerimi taktım. Karşımdaki yüze çarptı gözlerim, elindeki viski bardağını başına dikip kemerini kapattı o da.
Başımı yana, küçük cama çevirdim. Bir şey görebilmem mümkün değildi, her yer karanlıktı. Gerginliğim had safhadaydı. Kalbimin atışları düzene girsin diye içimden sayıp duruyordum kaç dakikadır. Evden çıktığımdan beri rahatlayamamıştım. Şu an, özel bir uçakta, Ünal'la birlikte Rusya'ya gittiğim için mi; yoksa çıkmadan telefonda konuştuğum Giray'a yalan söylediğim için mi gergindim bilmiyordum. Belki ikisi de geçerli nedenlerdi.
"Öyle tırmıklamaya devam edersen kemerini koparacaksın."
Alay dolu sesiyle gözlerim Ünal'ın eğlenen gözlerini buldu. Elindeki bardağı kaldırıp, "Bir tane içsen çok yardımı olur aslında," dedi. Sonra bardağın boşaldığını yeni farketmiş gibi yüzünü buruşturup, hostesi çağırdı.
Kadın saniyesinde yanımızda bitip Ünal'ın elindeki boş bardağı alırken bana da bir şey isteyip istemediğimi sordu. Kibarca istemediğimi belirtince gülümseyerek uçağın gerisinde kayboldu.
"Sen bilirsin," diye söylenen Ünal'dan çektim gözlerimi. Çantamdan çıkardığım kitaba indirdim bakışlarımı.
Ünal'ın yanından çıktığımızda Sinan, biraz bozulmuş olsa da çok ses etmemişti. Bir kere ne konuştuğumu sormuştu ama şimdilik bunu cevaplayamayacağımı söylemiştim. Üstelememişti. Bu aralar kimse beni zorlamaya cesaret edemiyordu.
"Ne zaman öğrendin Şeref'i?" diye soran Ünal'a çevirdim yine gözlerimi.
"Çok olmadı," dedim.
"Niye hemen gelmedin bana? Ya da başka kimseye söylemedin?"
Hostes içkisini bırakıp gidene kadar bekledim. Kadın ilerideki perdenin arkasında kaybolunca Ünal'a odakladım bakışlarımı.
"Başta sadece fotoğrafları görmüştüm, hard drive'ı açamamıştım hemen. Kafam pek yerinde değildi sanırım, öğrenirsen Yücel'i kurtarmaktan vazgeçebileceğini düşündüm. Sonra hard drive'ın şifresini kırabildiğimde..."
"Ne değişti?"
Yutkundum. O anda bir şey değişmemişti. Ama sonradan olanlar olmuştu ve ben artık pek de umursayamadığımı fark etmiştim. Bir de Yücel'le konuşmak için başka bir şansımın olmayabileceğini. Yerimde duramıyordum, evimde duramıyordum, gazeteye gitmekten ve Mithat Bey'i görmekten kaçıyordum. Temelli kaçıp, Rusya'ya gitmek çok akıllıca olmasa da tümden bir çözümdü hepsine. Kısa süreliğine de olsa.
Dudaklarımı büktüm. "Bilmem," dedim. İstesem de uzun uzun konuşamıyordum, nefesim yetmiyordu sanki. Kafamın içinde cümleleri toparlamak çok zor oluyordu.
Gözlerini üstümden çekmediği için bakışına karşılık verdim. "Niye sonradan fikir değiştirip Yücel'i kurtarmaya karar verdin?" diye sordum. "Çok merak ediyorum."
Gülümsedi. Bugün ilk kez sahte bir şekilde değil de gerçekten gülümsedi.
"Benimle çalışmanı istediğimi söylemiştim. Bir anlık öfkeyle yaptığım bir şeydi o, pişman oldum."
Tatsız bir gülüş döküldü dudaklarımdan. "Yalan söyleyeceksin, inanılır bir şey bul bari. Beni İstanbul'a götürdüğün gün gönderdin onu da. Ayrıca benimle çalışmak istediğine inanmamı da bekleme, çok saçma çünkü. Kimim ki ben?" Gözlerimi kısıp alnımı kırıştırdım. "Bence bana göstermek istedin, neler yapabileceğini. O gün de dediğin gibi. Bir anda birisini Rusya'ya sürebildiğin gibi, bir anda sanki suçlusu sen değilmişsin gibi onu kurtarıp kahramanı da oynayabileceğini."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMANSIZ
Mistério / SuspenseBir mektup yazılıyor zamansız, okunuyor zamansız. İki insan karşılaşıyor, zamansız. Ya da tam zamanında... Gülce, bir anlık basiret bağlanmasıyla girdiği olaylar yumağından çıkamayacak. Biriyle tanışacak, tüm tanışıklıklarını gölgede bırakan... Öğ...