Bölüm 34 - Akıntıya Kapılmak

190 16 36
                                    

Zamanın göreliliği kavramı.

Karşıma ilk kez lisede, fizik dersinde çıktı.

Bu kavramı açıklamak için kullanılan klasik örnekler de hep şöyleydi. Sınavdaki 1 saat ve ameliyathane önündeki 1 saat aynı hızda akmaz. Ya da mutlu anlarınızdaki 1 saat ve acı çektiğiniz zamanlardaki 1 saat aynı hızda geçmez. Gibi gibi...

Bunu ilk olarak, üzerine çalışmalar yapan Einstein farketmiş olamazdı. İlk kim farketmişti ve nasıl farketmişti bilmiyorum.

Ben, bunu en iyi o sabah deneyimledim.

Yoldan geçen minibüsün kapısının açılıp içinden uzanan silahın patlamasıyla; bana doğru yürüyen Demir'in, yanında onunla birlikte yürüyen arkadaşının ve benim, o sesle donup kaldığımız süre zarfı aynı hızda geçmiş olamazdı.

Üçümüz de aynı anda yere kapaklanmıştık. Caddede bizden ve silahın sesiyle birlikte havalanan serçelerden başka canlı yoktu.

Ne olduğunu, caddenin benim tarafımdan hızla gelip, Demir'lerin olduğu tarafa doğru geçip giden minibüsün nereden çıktığını, açılan kapısının ardından uzanan namlunun kime doğrultulduğunu kavrayamamıştım.

Çünkü her şey hem çok çok hızlı olmuş hem de aşırı yavaşlatılmış bir şekilde cereyan etmişti.

Yere kapaklanmıştım, kulaklarım uğulduyordu ve beynim büyük bir basınçla zonkluyordu. Sağ kolumun ön kısmında bir ıslaklık vardı. Birisi çığlık atmıştı ama ben miydim yoksa kuşların ötüşü müydü emin olamamıştım.

Bana yıllar geçmiş gibi gelse de başımı çöktüğüm yerden kaldırıp karşıma bakmam çok zaman almamıştı.

Gözlerim benden biraz uzakta kalan Demir ve arkadaşını buldu. Demir de benim gibi çöktüğü yerden kalkmış dizlerinin üzerinde oturur pozisyona geçmişti. Fakat kaldırımın yola bakan kısmında yürüyen arkadaşı hala kalkmamıştı. O hala yatıyordu. Sırt üstü yatıyordu hem de. Demir onun üstüne eğilmişti. 

Şimdiye kalkmış olması gerekiyordu. Niye kalkmamıştı?

Hareket edemiyorum sanmıştım ama bacaklarım benden bağımsız vücudumu ayağa kaldırdı, başta yalpaladım fakat sarsak adımlarla da olsa Demir'in yanına varıp onun gibi yere çöktüm.

Nefes alıyor muydum?

Ne görüyordum?

Gözümün önünde ne vardı şu an?

Kulaklarım hala duymuyor muydu yoksa kimse konuşmuyor muydu?

Demir, elini yerde boylu boyunca yatan arkadaşının karnındaki büyüyen kızıllığa bastırırken bir yandan da bana dönmüş, beni kontrol ediyordu. Ağzı hareket ediyordu, bir şey söylüyordu sanırım.

"Gülce!" Sağır olmamıştım, duyuyordum. "Nasıl yaralandın? Nerenden geliyor o kan?" Kan, elinin altında büyüyordu, arkadaşından geliyordu. Görmüyor muydu? "Bana bak Gülce, bana bak!" Baktım. Yüzü ürkütücü bir şekilde çarpılmıştı. Daha fazla bakmak istemedim. "Yaralanmışsın. Nerenden yaralandın? Kendine gelmen lazım, duydun mu beni? Kendine gel!" 

Başım yana savruldu. Saçlarım yüzüme düştü. Gözlerimi sıkı sıkı yummamı sağlayan şey Demir'in beni kendime getirmek için attığı tokadın verdiği acı değildi, kendime geldiğim anda yaşadığım farkındalığın üstüme boca ettiği şoktu. Bu, fiziksel acıdan çok daha kötüydü.

Yutkundum. Başım tekrar Demir'e döndüğünde, hala bir eliyle arkadaşının yarasına tampon yaparken diğer elindeki telefonu kulağına götürdüğünü gördüm. O her kimle konuşuyorsa konuşurken, ben de kendimi kontrol ettim.

ZAMANSIZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin