Hayatın, uzun yıllar, karşıma çıkardığı çok zorluk olmamıştı. Hiç maddi sıkıntı çekmemiştim. Bir evim, bir odam, karşılanan ihtiyaçlarım ve sevip sevildiğime inandığım bir hayatım olmuştu.
Evimizde huzur var mıydı bilmiyorum, ama sakinlik vardı.
Anne babam çok kavga etmezlerdi. Tartıştıkları zaman da bunu bizim yanımızda yapmaz, ama küslüklerini yansıtmaktan da geri durmazlardı.
Ben ikisini de çok seviyordum. Ama onların beni sevip sevmediğini küçüklüğümden beri sorguladığımı da biliyorum. Hayatıma dair ilk anılarım, anne babamı memnun etme çabalarım. Sürekli beni takdir etsinler, yaptıklarımla gurur duysunlar, beni sevdiklerini söylesinler diye uğraşmalarım ve sonunda hep beceremediğimi düşünüp kendimi suçlayarak ağlayışlarım.
Hiçbir zaman onları suçlamamış, hep suçu, hatayı kendimde aramıştım. Çünkü Tilbe'yi çok seviyorlardı, görüyordum. O zaman bende bir sorun vardı. Bunu hiç dile getiremezdim ama bazen davranışlarımla belli etmeye çalışırdım. Her ne kadar hep görmezden gelseler de bu çabamın farkında olduklarını biliyordum. Ve hiç görmüyormuş gibi davranıp sessiz kalmaları benim için her şeyi daha kötü yapıyordu.
Onlarla yaşadığım şüpheleri ve çıkmazları, Tilbe'yle hiç yaşamadım. Ailemde en çok Tilbe'yi seviyordum ve onun da beni sevdiğinden hiç şüphe duymadım. Ben sürekli anne babama 'Seni seviyorum..' tarzı söylemlerde bulunup karşılık alamadıkça, o bana aynı söylemlere sahip kartlar, resimler, oyunlar hazırlardı. Evde en çok onunla vakit geçirir, okulda yaptıklarımı, arkadaşlarımı ona anlatır, dertlerimi onunla paylaşırdım.
Hastalandığımda ona mızmızlanır, doğum günümü ilk onun kutlamasını beklerdim. Evin dışında en yakınım Levent'se, evin içinde de Tilbe'ydi.
Ve şimdi evimin içi boş kalmıştı.
Öyle olunca ben de eve kapandığım anda, yalnızlığın kesif sızısını iliklerimde duyuyordum. Üstüme giydiğim, onun en sevdiği elbiselerden biri olan mavi elbiseyi elimle okşarken, aynada dolmuş gözlerle bakan aksimi izliyordum. Bunları giymek beni ona yakın hissettirir sanmıştım, aksine hiç olmadığı kadar uzak hissettirmişti. Yokluğunu göstermişti sanki.
Elbiseyi alelacele üstümden çıkarıp özenle askıya astım ve dolabın içinde gözden kaybolmasını sağladım. Üstüme kendi kıyafetlerimden bir kot ve gömlek geçirip ıslak saçlarımı taramaya koyuldum. İyice uzamışlardı, bir ara kestirsem iyi olurdu. Saçlarımın ucu gömlekte nemlendirdiği yerlere izler bırakırken, tarağı aynı yerden bilmem kaçıncı kez geçiriyordum.
Bugün zihnimin içinden bir türlü çıkamıyor, oradaki batağa battıkça batıyordum.
İşe geç kalacağımı farkettiğimde Tunç'u aramış ve haber vermiştim. Sorun olmadığını ama 10'dan önce orada olmam gerektiğini söylemişti. Toplantı vardı çünkü.
Karnımı doyurup evden çıktığımda, arabada ve bütün gün ofiste aklım bedenimden uzakta bir yerlerdeydi. Bir an geçmişe savruluyordu, bir an olası gelecek senaryolarına. Çalışmıştım ama ne yaptığımı sorsalar düzgünce söyleyemezdim bile. Kendime sürekli saçmalamamam gerektiğini söylüyordum, biraz oluruna bırak diyordum ama nafileydi. Düşünme dedikçe düşünüyor, rahatla dedikçe geriliyordum sanki.
İşin kötü yanı parmağımı koyup işte burası acıtıyor diyebileceğim spesifik, net bir sorun da yoktu. Hepsi birbirinin içine girmiş beni de içlerine hapsetmişti. Yani nasıl rahatlayabilirim, yolu nedir bilemiyordum.
Bugün, artık bir şeylerden kaçmak, beni korkutan ihtimallerin etrafında dolanmak yerine üstüne gitmek istediğimi fark ettiğimde, yönümü Ostim sanayi sitesine çevirmiştim. Daha önce Sinan'la geldiğim ve Ünal'la görüştüğüm mekanın önünde arabadan indiğimde, gözümdeki güneş gözlüklerini çıkarıp arabaya bıraktım ve bir süre kararsız şekilde dikildikten sonra kapıyı kapattım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMANSIZ
Mistério / SuspenseBir mektup yazılıyor zamansız, okunuyor zamansız. İki insan karşılaşıyor, zamansız. Ya da tam zamanında... Gülce, bir anlık basiret bağlanmasıyla girdiği olaylar yumağından çıkamayacak. Biriyle tanışacak, tüm tanışıklıklarını gölgede bırakan... Öğ...