Oturup kaldığım yerden bir süre kalkamadım. Gözyaşlarımı kurulayıp, kafası koltuğun kolçağında, bacakları yere sarkmış halde uzanan yabancıya baktım. Koluyla ilgilenmem gerektiğini biliyordum, ama yapabilir miydim? Arabamda ilk yardım çantası vardı, keşke okulu ikinci sınıfta bırakmasaydım diye düşündüm.
Okuldaki kulüplerden birinin yaptığı bir haftasonu etkinliğine katılmıştım bir keresinde, orada ilk yardım yapmayı ve dikiş atmayı öğretmişlerdi. Ama kimse üstünde denememiştim ki. Hiçbir şey yapmasam da pek iyi bir durumda olmayacağını düşünerek sonunda denemeye karar verdim. Arabanın bagajından çantayı, önden de eşyalarımı ve evden çıkarken hazırladığım sandviçi aldım. Sonra arabanın bagajına koyduğum küçük ışıldak geldi aklıma, onu da alıp içeri döndüm.
Önce adamı, koluna rahatça müdahale edebileceğim şekilde düzgünce yatırdım. Sonra beyaz gömleğinin artık kandan renk değiştirmiş kolunu makasla kestim. Yaranın bir yarık olduğunu görünce, kurşunun sıyırıp geçtiğini fark edip sevindim. Sadece dikiş atmam gerekiyordu. Yapabilirdim bence... Ellerime eldiven geçirip, ilk iş, yarayı temizledim. Sonra da steril dikiş setini kullanarak yarasını diktim. Bittiğinde geriye çekilip inceledim, tamam çok düzgün değildi belki, biraz eğri büğrüydü ama olmuştu.
Adamın derisine iğne batıp çıkmıştı ama hâlâ bilinci kapalıydı. İyice korkuyordum artık. Saçları terden ıslanmıştı. Elimi alnına değdirmemle çekmem bir oldu. Cayır cayır yanıyordu. Bir bu eksikti çünkü, adam bayağı dayanıksız çıkmıştı.
Ne yapabilirdim bilmiyordum. Telefonumun şarjı bitmişti, burada elektrik olmadığı için şarj edemiyordum. İyi ki kapanmadan Tilbe'ye bir mesaj yazıp beni merak etmemesini söylemiştim. Kızı da yalnız bırakmıştım böyle bir zamanda, aferindi bana. Bugün yaptığım gerçekten bütün başarısızlıklarımı gölgede bırakacak cinstendi.
Bir mendili plastik şişeden döktüğüm suyla ıslatıp adamın alnına koydum. Uyansa ateş düşürücü içirirdim. Oflayarak kollarımı göğsümde birleştirdim ve etrafımı incelemeye başladım. Odanın, metal kapının karşısında kalan duvarında bir kapı vardı. Onun dışında başka kapı gözükmüyordu. O kapının nereye açıldığını görmek istedim ama kapı kilitliydi. Bir iki zorlasam da işe yaramamıştı.
Dış kapının solunda kalan duvarın önündeki kolilerin birkaçı açıktı. İçlerinde basılmış ama dağıtıma çıkmamış gibi duran eski gazeteler vardı. İple bağlanmış tomar tomar gazete... Daha önce görmediğim bir gazete ismiydi. Tarihlerine baktım, en üstte gözüken 12.03.1992 tarihliydi. Ön sayfada Irak'taki hava harekatına dair bir haber vardı, manşet olarak. Açık olan diğer kolide de aynı gazeteler vardı. Kapalı olanları açmaya korktum, şimdi bir fare ya da böcek sinirlerime hiç iyi gelmezdi.
Saati görmek için adamın kolundaki saate baktım, 05.17. Birazdan güneş doğardı. Sandviçi adama yediririm diye bekletiyordum ama yarısını yemeye karar verdim. Ben ayak ucunda oturmuş, bacaklarını kucağıma koymuş, elimdeki sandviçi kemirirken uyuyan prensimiz gözlerini araladı.
Gözlerini birkaç kere, ağır ağır kapayıp açtı, sonra benim üstümde sabitledi. Sersemlemiş bir halde yüzüme bakıyordu. Karanlık odanın içinde, yüzüme vuran güçsüz ışıkla nasıl duruyordum acaba? Dudakları kurumuştu, konuşmadan ıslattı.
"Ne oluyor ya? Sen kimsin?" Konuşurken aynı anda da güçlükle doğrulup oturur pozisyona geçmişti.
"Düşün biraz," dedim.
Bir süre sonra yüzü aydınlandı, kasılmış çenesi gevşedi. Sonra kolunu fark etti, bir koluna bir bana baktı. Ben de son lokmamı yutup garip bir şekilde gülümsedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMANSIZ
Mistério / SuspenseBir mektup yazılıyor zamansız, okunuyor zamansız. İki insan karşılaşıyor, zamansız. Ya da tam zamanında... Gülce, bir anlık basiret bağlanmasıyla girdiği olaylar yumağından çıkamayacak. Biriyle tanışacak, tüm tanışıklıklarını gölgede bırakan... Öğ...