ASLA

346 19 4
                                    

Doğduğumuz zaman, bütün organlarımız en saf halde bulunur. Özelliklerini kullanmak için can atarlar ve her gün büyüme hızımız biraz daha artar. Ama kalp, sonradan devreye girer. Çocukken bizimle oyuncağını paylaşan arkadaşımızı çok severiz. Annemizi, babamızı çok severiz. Bu dünyanın en temiz sevgisidir. Sonra gençken; ilk kez aşık oluruz ve bu sefer aşık olduğumuz kişiyi severiz. Daha kalp kırıklığıyla tanışmadan öncesi tabi. Sonra araya ayrılıklar, acılar, üzüntüler girer. En güzel şey sevmekken biranda en kötü şey olur gözümüzde. İsyankar bir moda girer, hayattan nefret ederiz. Her gün annemiz ve babamızla kavga eder oluruz. Birbirimizi kırar, incitiriz. Hiç söylenmemesi gereken, aslında anlamını bile tam olarak bilmediğimiz kelimeler  çıkar ağzımızdan. Belki de bu kelimeler annemizi kendi odasında sessizce ağlatır biz yatağımızda başımızı yastığa gömmüş ağlarken. Sevgi yerini sonsuz bir pişmanlığa bırakır. “Seni seviyorum.” Lar gider, “Lanet olsun!” lar gelir. Peki annemize o sözleri söylerken, bir gün gideceğini düşünmüş müydük? Bizi bırakacağını, yanımızda olmayacağını ve o çok sevdiğimiz yüzünü bir daha asla görmeyeceğimizi biliyor muyduk?

Ben bilmiyordum. Hayatım boyunca annemle yaptığım her kavgada aslında annemin bir gün gideceğini hiç düşünmemiştim. Çünkü anneler çocuklarını hiç bırakmazlar-dı değil mi? Onlar çocuklarının melekleriydi. İyi kötü her zaman yanlarında olmalıydılar değil mi? Peki öyleyse benim annem neden gitti? Benim annem neden beni bırakıp gitti? Yalvarırım bana bunun cevabını verin. Sadece bu sorumun cevabını istiyorum sizden. Çünkü bu kaybolmuşluk hissi beni günden güne öldürüyor. O doğduğum saf kalbim de annemle birlikte gitti zaten. Bari bu içimdeki boşluktan kurtulayım..

“Başka bir şey ister misin?”

“Hayır.”

Sessizlik.

“Emin misin?”

“Evet.”

“Peki..”

Sessizlik.

“Eğer isters-“

“Hayır. Mert. Hayır.”

“Tamam.”

Hastaneden çıkalı iki hafta olmuştu. Ve ben iki haftadır dağ evindeki odamdan çıkmıyordum. Sadece yatıyor ve uyanık olduğum zamanlarda dünyanın en ilginç cismiymiş gibi duvarları veya halıyı izliyordum. Bazen bir değişiklik yapıyor ve gözlerimi yatağımın karşısındaki LCD ye çeviriyordum. Ne eğlence ama.

Yemek yiyemiyordum. Midem almıyordu.Şimdiden çok zayıflamıştım. Doğru düzgün konuşmuyor, konuştuğumdaysa sesim yavru karga gibi çıkıyordu. Ben de birkaç kelimeden fazlasını söylemiyordum.

Mert’ten her geçen gün biraz daha uzaklaştırıyordum kendimi. Her şeye karşı sert kayalardan duvar örüyordum ve yapımı bitmek üzereydi. Ben hariç tüm canlılık duvarın diğer tarafında kalacak ve onları asla içeri almayacaktım. Belki de Mert’i bile.

Yatakta sırtüstü yatmış tavana bakıyordum. İki hafta önceki olaydan sonra doğru düzgün uyuyamıyordum da zaten. Mert yatağın benden uzak olan köşesine oturmuş ellerine bakıyordu. Ona kısa bir bakış atmıştım tabiî ki.

“Gideyim mi ben?”

Bir şey söylemedim, ne istiyorsa onu yapabilirdi.

“Aşağıda olacağım..”

Odadan çıkarken bakmadım bile. Pekala, şimdi bana içinizden pislik diyorsunuz bunu biliyorum. Ama beni de anlamaya çalışın amacım Mert’e kötü davranıp onu üzmek değil. Ama inanılmaz zor şeyler yaşıyorum ve konuşmamak hakkım değil mi?

Bir süre daha yattıktan sonra yavaşça yerimden doğruldum ve yere kadar uzanan cama doğru ilerledim. Dışarıda kar yağıyordu, muhteşem bir görüntüydü ama bu durum beni mutlu etmedi bile. Aksine gözlerimin dolmasına sebep oldu. Kar yağıyor diye ağlıyordum, ruh halimi anlayın işte.

Yaklaşık bir saat sonra odadan çıktım ve aşağıya indim. Mert akustik gitarı kucağında beyaz koltukta kaykılmış bir şekilde oturuyordu. Gitarın tellerine dokunarak yavaş ve ruha dokunan bir melodi çıkarıyordu. Beni fark edince müzik durdu ve hiç hareket etmeden bana bakmaya başladı.

“Susadım.” Açıklama yapma gereksinimi duymuştum.

Bir anda gitarını bırakıp ayağa kalktı ve hızla yanımdan geçerek mutfağa girdi. Bende peşinden sessizce ilerledim. Dolaptan bardak çıkarıp içine su doldurdu ve sonra bana verdi.

“Teşekkür ederim” diyerek titreyen ellerimle bardağı kavradım  ve elinden aldım. En azından almaya çalıştım. Mert bardağı bırakır bırakmaz, bardak 5 kiloymuş gibi elime bir anda ağır geldi ve elimden düşüp  yerde binlerce parçaya ayrıldı. Çıkan sesle irkildim ve çığlık atmaya başladım. Bu kırılma sesi bana karda donmadan önce evin içinde kırdığım aynanın sesini hatırlatmıştı. Görüntüler bir anda gözlerimin önüne perde gibi indi ve kulaklarımı kapatarak yerde çömeldim.

“Hayır hayır hayır lütfen beni rahat bırakın. Hayır. Lütfen..”

Sonra kollarımda bir çüft el hissettim ve yavaşça ayağa kaldırıldım.

“Geçti bebeğim. Her şey geçti. Şşş.. Tamam ben buradayım. Buradayım Anka. Şşşş..”

Eller beni kendine çekti ve başımı sert göğsüne yasladı, sonrada kollarıyla her yerimi sardı. O an bu koskoca iki hafta boyunca aslında tek ihtiyacımın böyle sıkı sıkı sarılıp ağlamak olduğunu fark ettim. Kendimi Mert’ten uzak tutmuştum. Duvarlarımı yüzüne çarpmıştım. Onu dışlamış ve onunla neredeyse konuşmamıştım bile. Ama o hiç vaz geçmemiş. Hep yanımda olmuş ve beni güvenli kollarıyla sarmıştı.

Her şeyin üstesinden yalnız gelemezdim ve gelmeme de gerek yoktu zaten. Yanımda sevdiğim adam vardı. Geceleri kabus gördüğümde bana sarılıp uyumamı sağlayan adam. Yıllardır her anımda benimle olan adam. Ailem yokluğunu, varlığıyla yok eden adam. Belki de kim bilir annemin boşluğunu sevgisiyle dolduracak adam.

“Mert, gitme.”

“Asla.”

BENİM ADIM ANKAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin