Havadaydık. Şelaleden gelen su taneleri her yerimi soğukça ıslatıyordu. Düşüyorduk. Çok yüksekti. Yere yaklaşık 10 metre kala gözümü kapattım ve bam! Kulaklarım tıkandı ve suyu genzimde hissettim. Suyun altındaydım. Kafamı yukarı kaldırmayı denedim. Olmadı. Bir daha denedim. Bu sefer oldu. Çıkar çıkmaz burnumu havaya diktim ve Crispy'i gördüm. Kulağım çınlıyordu. Ve tekrar battım.
İnanılmaz güçlü akıntı bizi sürüklüyordu. Kafamı tekrar kaldırdım. Bu sefer sürüklendiğimiz yere doğru bakıyordum. Ama ilerisi görünmüyordu. Bir şelale daha mı? Hayır olamaz! Bir daha battım. Akıntının hızı ile ileri doğru fırladık ve bu sefer yaklaşık 7 metreden düştük. Yine sürükleniyorduk. Hayır, cidden olamaz. Kafamı yukarı kaldırmayı başardım. Akıntıya ters yönde bakıyordum. Sol elimi yana açtım ve bi kaya parçasından tutunmaya çalıştım ama omzum kopacak gibiydi. Ok yaraları kontrolsüz düşmenin etkisi ile harlanmıştı. Yanıyordu. Bi daha buna yeltenemeyeceğim kadar. Crispy'e bakmayı başarabilmiştim. O tam sağımda ve karaya yakın taraftaydı. Akıntıya vücudumu çevirmeye çalıştım ama tekrar battım. Yuttuğum su midemi doldurmuştu.
Tekrar yüzeye çıkmaya çalıştım. Crispy'i görebiliyordum. İlerlediğimiz yerin yaklaşık 5 metre ilerisinde bir adam vardı ve bize bağırıyordu -Tabii akıntıda sürüklenen başka kimse yoksa-. Tanımaya çalıştım. Yaklaştıkça anımsıyordum. Evet, Bu Kleiman'dı. İri dostum. O anda tekrar battım. Çırpınarak kafamı yukarı çıkardım. Kleiman evet, o.
Koca vücudu ile elindeki baltasını sallayarak akarsuya oldukça yakın ağacın bize bakan tarafına vurdu. Ağaç büyük bir gürültü ile 4 metre önümüze düştü. Ağaç düşerken akarsudan etrafa fışkıran suları yüzümde hissettim. Ağaç, akarsunun yarısını kaplamıştı. Ağaca çarpacaktık ve bu acıtacaktı. Aklıma birden Crispy geldi. Çünkü Crispy akıntıya ters yüzüyordu, sırtındaki ok hala duruyordu. O halde çarparsa ok göğsünden çıkabilirdi. Kütükten önceki son kayalığa tekme atarak kendimi Crispy'e doğru savurdum. Bu akıntı da onu bu haliyle çevirmem imkansızdı. Okun arka tarafını kırdım ve büyük bir hız ile kütüğe çarptık. Arkam dönük çarpmıştım. Ensemi kütüğe vurmuştum ve omzumdaki oklar bi adım atmıştı sanki. Kütük yerinden oynamıştı. Artık savrulmuyorduk. Kleiman kütüğün üzerine yatarak baltasını Crispy'e uzattı ve onu kendine çekti. Crispy'i sürüterek uzun yeşil otlarla çevrili karaya çıkarttı. Ben ise Kleiman'a doğru kulaç atmaya çalıştım fakat omzum biraz daha fazla ağrıyordu. Kütük yaklaşık 30 cm yerinden kaydı. Sanırım gidecektim. Kütük kıyıya doğru kayarken Kleiman atik bi şekilde beni koltuk altlarımdan kavrayıp karaya sürükledi.
Gözlerimi gökyüzüne diktim ve derin bi nefes aldım. Kleiman söyleniyordu:
- Böyle olacağını biliyordum aptal herifler
Kleiman da Crispy gibi çocukluk arkadaşımdı. Yaklaşık 1.85 boyundaydı. Sarışın oldukça iri ve düz sarı saçları kısaydı. Sol göğsünde ateşte ısıtılmış kılıçtan yapılmış daire içinde 417 yazılı bir dövmesi vardı. Bu dövmenin anlamını kendisi de bilmiyordu. Bebekliğinde işlenmiş bi şeydi belli ki.
Yuttuğum tuzlu sudan karnım doymuştu. Elim kılıcıma gitti. Yerindeydi. Derin bi nefes aldım. Döndüm ve sağ tarafımda yatan Crispy'e baktım. Sarı ve dalgalı uzun saçları vardı. Saçları omzuna gelmeden 3 cm önce bitiyordu. Yaklaşık 1.78 boyundaydı. Benden 2 cm. kısaydı. Düzgün bi vücut yapısı ve kehribar rengi gözleri vardı. Bana döndü ve gülümsedi. "Canın cehenneme" diyip doğruldu. Sırtındaki oka yeltendi ama acıyordu. Elleri oraya gidemiyordu. Kleiman gür sesiyle:
- Atlarınız bende. Şehire kadar dayanın.
Doğrulmaya çalıştım sol omzum sızlıyordu, boşa çıktım tam düşecekken Kleiman koltuk altımdan tutup kaldırdı. Sendeleyerek Crispy'e döndüm o da kalkmıştı.
Siyah renkli atım orada duruyordu. Başını okşadım ve "Ahh Stingy" dedim. Kleiman dönüp "Stingy sana lanet okuyordu" dedi pis pis gülerek. Gülümseyerek Stingy'nin başına vurdum.
Ve zorla da olsa atlara atlayıp Kleiman'ın eşliğinde şehire gelmiştik. Kale kapısı açıktı muhafızlar bize bakıyordu. Ahhh Lander şehri. Çocukluğum Crispy ile burada şarap şişelerine sapan atmakla geçmişti. Kleiman ise bölgedeki büyük çocukları döverdi. Tam bir hovardaydı.
Kale kapısından geçtiğimizde istikametimiz Franchis'in hanıydı. Çünkü eminim ki orada bizi bir doktor bekliyordur. Han girişinde atlardan indik ve küçük Martin atlarımızı yemlemek için ahıra götürdü. Han kapısından içeri girmiştik. Bu halde dikkat çekmek istemiyorduk. İçeride loş bir ortam vardı. Kapşonlarımızı başımıza çekip bara oturduk. Franchis bizi tanımış olmalıydı ki uzunca bakmadı. O sırada Lander'ın yaşlı kurtu ve bir zamanlar Konmark'ın muhafızı olan Finder'in sesini duyduk. Sessizce kulak astık. Her zamanki gibi Sayklonlardan bahsedecekti. "Evvvet!" şarabından bir yudum alıp devam etti:
- Sayklonlar! Konmark'ın en büyük projesi. Amacı mükemmel bir ordu yaratmak ve dünyayı yönetmek. İnsanların genleri ile oynayarak. Hastalıklı kılıçlarla yapılan bi deney. Evet ben bu mikroba 'hastalık' diyorum. Konmark bundan 28 yıl önce bir alan inşa ettirdi. Yüksekliği 20 metrelik duvarlarla çevrili çapı yaklaşık 30 metre olan tepesi tellerle örtülü bir alan. Kafes. Bu kafesin içine bilekleri bu kılıçlar tarafından çizilmiş 11 kişi konuldu. Bir rivayete göre 2 bir rivayete göre ise 3 gün sonra gece vakti bu insanlar birbirlerini yerken bulunmuşlardı. Çok hızlı hareket ediyorlardı ve çok güçlülerdi. Tanrı şahidim olsun onlarla karşılaşmak istemem. O gece oradaki vahşilikten aralarında sadece bir kız sağ kaldı ve o da duvara yaslanmış şekilde titreyerek oturuyordu. Beyaz elbisesinin her yeri kan olmuştu. Gözlerini avuçları ile kapatıyordu. Konmark aşağıya inmek istedi. Tehlikeli olduğunu biliyordu fakat çok fazla yatırım yaptığı bir deneydi ve onun nasıl hayatta kaldığını merak ediyordu. İnmesinin tehlikeli olacağına kulak asmayıp bir merdiven ile kızın yanına indi. Ben ve bir kişi olabileceklere karşı Konmark'ın yanında indik. Etraf ceset doluydu. İç organları ve beyinleri dışarıda insanlar ve o iğrenç koku. Tam bir mide bulantısı.
Sesi titriyordu. Bunun farkında olup derin bir iç çekip devam etti:
- Gözümü kızdan alamıyordum. Elimin titrediğini hissettim. Konmark kemerinde asılı duran topuzunu çıkarttı ve kıza doğru hafifçe dokundurttu. Kız yüzünü yukarı kaldırdı, gözlerini açtı ve dehşete kapıldım. O resmen bir şeytandı. Orada ölmeliydi. Gözleri kırmızı renkti ve gözlerinden soluk tenine doğru kan damlıyordu. Ağlıyordu. Konmark irkilerek topuzunu salladı fakat kız mükemmel bir refleks ile yerinden sıçrayıp topuzu atlatarak tırnakları ile Konmark'ın bileğini kesti. O anda yayımı çekerek kızın göğsüne bir ok attım. Yere yığıldı. Herkes yukarıdan alana girdi. Muhafızlar kızı kolundan ve ayaklarından duvara kelepçeledi. Ama o uyandığında bana attığı bakışı asla unutamam. Her aklıma geldiğinde titrerim.
Ürperip şarabından bir yudum daha aldı. Zorla yutkunmuştu. Bir iç çekti ve devam etti:
- O günden sonra Konmark yataklara düştü. Yüzü soldu. Yüzünde bilinmedik garip yara izleri çıkmaya başladı. Gözleri kan çanağına döndü. Ve anladık ki o da dönüşmüştü...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ve Şeytan Ağlamaya Başladı
Science Fiction"Pekala. Bana söyleyin. O güzel duygularınız ile kaç defa hata yaptınız? Bunlar sizi kaç defa pişman etti? Sorunun yanıtı sizin bildiğiniz şeyler. Peki bildiğiniz halde duygularınızdan neden vazgeçmiyorsunuz? Amacınız acı çekmek mi? Aşık olmak mı? T...