Bir keresinde okulumun ilk günü binanın yanlış aldığım adresiyle kaybolmuştum geldiğim bu yabancı şehirde. Dilini bile az konuşuyordum ama deli cesareti dediğim anlık bir heyecanla tam beş saat boyunca sokakları karış karış gezerken bir yandan da çocuk gibi ağlamıştım. Polise başvurmak ya da aramak aklıma neden gelmemişti de onca saat divane gibi dolaştığım zamanların bir açıklamasını bulamadım. Ufacık bir hatadan doğan aksilikler. Kendi kafasızlığımın bedelini ayaklarıma ve mideme ödetmek zorunda kaldım o zamanlar.Ama gözyaşlarım dünden razıydı ağlamaya. Hep öyleydiler. Onlara hiç acımadım. Ağlamak istediğimde ağladım ve bundan utanmadım. Sokakta kaybolduğum için ağlarken bana garip bakışlar atan insanlara aldırmadan ağlamaya devam ettim hem de.
O zamandan sonra dedim ki kendi kendime, sen akıllı birisin Win unutma bunu sakın. Girdiğin her çıkmaz sokaktan çıkmayı, dönülmez yollardan dönmeyi, ayağına diken batsa da yürümeyi, tökezleyip düşsen bile kalkmayı bilirsin dedim.
Şimdiyse kaç zamandır yolda olduğumuzu bilmediğim arabada mahzen dediği yere doğru gidiyorken kendime verdiğim öğütler aklımın odalarına saklanmayı tercih etmişlerdi. Hiç susmayan hayaletlerim sus pus olmuş inzivaya çekilmişlerdi. Gözyaşlarım biz artık yokuz diye isyan edip paydos vermişlerdi.
Beni benimle bırakıp bir bir gitmişlerdi.
Hiç olmadık bir zamanda ve hiç olmayacak biriyle.
Arabanın sıcak havasına neredeyse boş olan karnımın gurultusu da eklenince yanaklarıma doluşan sıcaklıkla kendimi üç yaşında çocuk gibi hissettim. Acıkmam çok büyük bir suç gibi sanki. İstemsiz bunu gizleme ihtiyacı hissettiğim için karnıma bastırdım ellerimi sıkıca. Nerede ne yapılmaması gerekiyorsa onu illa ki bir şekilde yapan ben olacaktım.
Yavaşladığımızı fark ettiğimde karnımdaki baskıyı azalttım istemsizce. Böyle giderse artık midemim olacağı yerde başka şeyler olacaktı. Büyük bahçe kapısından geçiyorken ağaçların, çimenlerin üzerlerine yerleştirilen küçük ışıklar gökyüzünün buraya yansıması gibi geldi gözüme. Uzansam bulutlar tenime değecek ve pamuk gibi saracaktı beni. Yıldızlar saçlarıma konacak beni aydınlatacaklardı..
Hayallerim önünde durduğumuz koyu renkli evle birlikte ikinci plana düştü. Bu kadar kısa sürede..
Az önce ev deme gafletine düştüğüm bu kocaman yere baktım hayretle. Ev değildi ama şöyle düzelteyim o zaman, bu neredeyse koca bir şato, bir kale. Nasıl böyle bir yere sahip olabilirdi böyle. Hoş kendi parasını kendi basan birisi için burası müstakil ev sıralamasında bile sayılırdı.
Şahane manzaramı engelleyen siyah ceketli olduğum tarafın kapısını açtı. Evi incelemekten yanımın boş olduğunu ancak anlayabilmiştim. Tedbiri elden bırakmadan arabadan indim ve etrafa şöyle bir göz gezdirdim. Tam tahmin ettiği gibi bir sürü koruma bahçeyi koruyor ve ellerindeki silahları göstermekten çekinmiyorlardı.
"Gel Melek."
Yanımdan geçip giden adam onu takip etmemi söylediğinde daha fazla burada kalmayacak olmam can sıkıcı sayılırdı. Sen gir ben burada iyiyim demeye cesaret edemeyen dilime inat paşa paşa arkasından giden adımlarıma saydırıyordum içimden. Neyim ben ya sizin asıl sahibiniz değil miyim ama lütfen..
Girişteki merdivenleri bitirip kim tarafından açıldığını görmediğim devasa kale kapısıyla elinde beyaz mutfak bezi olan ve şık giyimli kahya içeriye geçmemiz için bizi karşıladı. Kendi maddi durumum kötüydü diyemezdim ama çok iyi olmadığı da bir gerçekti. Kazandığımı kendime yettiriyor ve bir sonraki maaşıma kadar idare edebiliyordum. Zor yoldan olsa da bunu öğrenmiştim, öğretmiştim kendime.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vagos
HumorKüçük semtlerde, büyük bedeller ödendi. (Bright ve Win'in hayatları artık elimde.)