VIII

30 2 0
                                    

    O günlerin ıstırabını, eziyetini, olağanüstü tutkusunu hatırlayarak mı Daisy'ye âşık olmuştu acaba? Tamamen farklı bir şeydi –çok daha hoştu– ama gerçek şuydu ki elbette, şimdi Daisy ona âşıktı. Gemi yola çıktığında üzerinden bir yük kalkmasının, yalnız kalmaktan başka bir şey istememesinin nedeni buydu belki de; Daisy'nin gösterdiği ilginin küçük izlerini –purolar, notlar, yolculuk için bir battaniye– kamarasında bulunca sinirlenmişti. Dürüst davranan herkes aynı şeyi söylerdi; ellisini geçenleri kimse istemezdi; kadınlara güzel olduklarını sürekli söylemeyi kimse istemezdi; eğer dürüst olsalardı, ellilik adamların çoğu böyle derdi, diye düşündü Peter Walsh.


    Peki bu şaşırtıcı duygusallık nöbetleri, bu sabah gözyaşlarına boğulmalar, ne demek oluyordu? Clarissa kim bilir ne düşünmüştü onun hakkında? Herhalde budala olduğunu düşünmüştü, hem de ilk kez değil. İşin temelinde kıskançlık yatıyordu, insanın bütün tutkularından daha kalıcı olan kıskançlık, diye düşündü Peter Walsh, çakısını bir kol boyu uzakta tutarken. Binbaşı Orde ile görüştüğünü yazmıştı Daisy son mektubunda, bunu kasıtlı yazdığını biliyordu; kıskandırmak için söylemişti; bunu yazarken alnını kırıştırdığını görür gibiydi Peter Walsh, kendisini incitecek ne diyebileceğini düşünürken; ama ne dese fark etmezdi, öfkeden köpürüyordu! Bütün bu İngiltere'ye gelme ve avukatlarla görüşme curcunası onunla evlenmek için değil, onun bir başkasıyla evlenmesini önlemek içindi. Peter'i kıvrandıran buydu, Clarissa'yı o kadar sakin, o kadar soğuk, bütün dikkatini elbisesine, ya da her neyse ona vermiş görünce kapıldığı duygu buydu; bütün bunlar başına hiç gelmeyebilirdi, böyle alçalıp, ağlayan sızlanan yaşlı bir ahmağa dönüşmezdi. Ama kadınlar, diye düşündü, çakısını kapatarak, tutkunun ne olduğunu bilmiyorlar. Erkekler için ne anlama geldiğini bilmiyorlar. Clarissa buz gibi soğuktu. Kanepede yanında oturur, elini tutmasına ses çıkarmaz, ona bir öpücük verirdi – Dörtyol ağzına ulaşmıştı Peter.

    Bir gürültü düşüncelerini böldü; incecik, titreyen bir ses, yönü, gücü, başı ya da sonu olmadan, zayıf, tiz ve hiçbir insani anlam içermeden fokurdayıp

    Ee um fah um so

    Foo swee too eem oo–

    diye uzayan bir ses, yaşı ya da cinsiyeti belli olmayan, topraktan fışkıran kadim bir pınarın sesi, Regent Park metro istasyonunun tam karşısında uzun, titreyen bir şekilden çıkan, baca gibi, paslı bir pompa gibi, tek yaprağı kalmamış, rüzgârdan kavrulmuş, yapraklarının arasından rüzgârın 

Ee um fah um so

Foo swee too eem oo–


    diye ıslık çalarak gidip geldiği, sonsuz esintide sallanan, çatırdayan ve inleyen bir ağaç gibi bir şekil.

    Bütün çağlar boyunca – yollar otla kaplı, bataklıkken, fildişi ve mamut çağı boyunca, güneş sessizce doğarken, hırpalanmış kadın – çünkü eteklik giyiyordu – sağ eli açıkta, sol eli yanında yumruk yapılmış, aşktan söz eden şarkılar söylüyordu orada, – bir milyon yıl sürmüş aşkı anlatıyordu, bitmeyen aşkın şarkısını söylüyordu, milyonlarca yıl önce sevgilisiyle, ki birkaç yüzyıldır ölüydü o, birlikte mayısta yürüdüğünü mırıldanıyordu; ama yüzyıllar geçerken, yaz günleri gibi uzun ve sıcaktı, diye hatırlıyordu kadın, elinde sadece kırmızı yıldızçiçekleriyle gitmişti sevgilisi; ölümün devasa orağı o muazzam tepeleri yalayıp geçmişti, sonunda kadın artık buzdan bir kor olmuş ak saçlı ve çok yaşlı başını toprağa dayamış, son güneşin son ışıklarının okşadığı yüksekteki o mezarında, yanına bir demet mor süpürgeotu koymaları için tanrılara yalvarmış, çünkü o zaman evrenin geçit töreni bitmiş olacakmış.

Mrs. DallowayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin