XI

20 2 3
                                    

    I. James döneminden kalma çift kulplu, gümüş bir kupaya baktığının farkındaydı Richard, Hugh Whitbread'in uzman havalarında, Evelyn hoşlanabilir diye fiyatını sormayı düşündüğü bir İspanyol kolyesine hayranlıkla, ama öylesine baktığının da farkındaydı – yine de uyuşmuş gibiydi; ne düşünebiliyor ne de yerinden kıpırdayabiliyordu. Hayat bu enkazı kusmuştu; renkli taklit elmaslarla doluydu vitrinler, insan da yaşlılar gibi uyuşuk, yaşlılar gibi kaskatı, dimdik durup vitrine bakıyordu. Evelyn Whitbread bu İspanyol kolyesini satın almak isteyebilirdi – isterse istesindi. Az kaldı esniyordu Richard. Hugh mağazaya giriyordu.

    "Haklısın!" dedi Richard onun peşinden içeri girerken.

    Tanrı bilir ya, Hugh ile birlikte gidip kolye almak istemezdi. Ama insanın bedeninde gelgitler olur. Sabah öğle sonrasıyla buluşur. Derin sularda sürüklenen narin bir küçük yelkenli gibi Lady Bruton'un büyük büyükbabası ve anıları ve Kuzey Amerika'daki seferleri suya gömülmüş ve batmışlardı. Millicent Bruton da. Dibe gitmişti. Göçmenlik konusu hiç umurunda değildi Richard'ın; ya da şu mektup, editörün onu gazeteye koyup koymayacağı da umurunda değildi. Kolye, Hugh'un hayranlık dolu parmaklarının arasında sallanıyordu. Eğer mücevher satın almak zorundaysa bari bir kıza versindi – sokaktaki herhangi bir kıza. Çünkü bu hayatın anlamsızlığı Richard'ı çarpıyordu – Evelyn'e neden kolye alınır? Eğer bir oğlu olsaydı, ona çalış, derdi, çalış. Ama onun Elizabeth'i vardı; Elizabeth'ine bayılıyordu Richard.

    "Mr. Dubonnet ile görüşmek isterim," diye kestirip attı Hugh, pişkince. Görünüşe bakılırsa bu Dubonnet'de Mrs. Whitbread'in boynunun ölçüsü vardı, hatta daha da tuhafı, onun İspanyol mücevherleri hakkında ne düşündüğünü ve bu tarzdaki mücevherlerinin neler olduğunu biliyordu (Hugh ise hatırlayamıyordu). Bütün bunları çok garip buluyordu Richard Dalloway. Çünkü o Clarissa'ya asla hediye vermezdi, iki-üç yıl önce verdiği bir bilezik dışında, o da işe yaramamıştı. Clarissa onu hiçbir zaman takmamıştı. Onun bileziği hiç takmamış olduğunu hatırlamak acı verdi Richard'a. Sağa sola sallandıktan sonra bir yaprağın ucuna tutunan bir örümcek ağı gibi Richard'ın uyuşukluğundan sıyrılan zihni karısına odaklandı. Peter Walsh'ın tutkuyla sevmiş olduğu Clarissa'ya; öğle yemeğinde Richard ansızın Clarissa'yı görür gibi olmuştu; kendini ve Clarissa'yı; ortak hayatlarını; eski mücevherlerin durduğu tepsiyi önüne çekti, eline önce bir broşu, sonra bir yüzüğü aldı, "Bunun fiyatı nedir?" diye sordu, ama kendi zevkine güvenemedi. Salonun kapısını açmak ve elinde bir şey tutarak içeri girmek istiyordu; Clarissa için bir hediye almalıydı. Ama ne olabilirdi? Hugh yeniden ayaklanmıştı. Tarifsiz bir kendini beğenmişlik içindeydi. Gerçekten de, bu mağazadan otuz beş yıl alışveriş yaptıktan sonra acemi bir oğlan tarafından baştan savılacak değildi. Çünkü görünüşe göre Dubonnet dışarı çıkmıştı; o gelene kadar da Hugh'un bir şey satın almaya niyeti yoktu; bunu duyan genç kızardı ve efendice eğilip selam verdi. Hugh'un yaptığı son derece doğruydu aslında, ama ne olursa olsun böyle konuşamazdı Richard! Bu insanlar böyle aşağılanmaya nasıl katlanıyorlardı, aklı almıyordu. Hugh, tahammül edilecek gibi değildi. Richard Dalloway onun yanında bir saatten fazla kalamıyordu. Vedalaşmak üzere silindir şapkasını kaldıran Richard, Conduit Sokağı'nın köşesinden hevesle, evet hevesle saptı, kendisini Clarissa'ya bağlayan o örümcek ağı boyunca gitmek istiyordu; doğruca onun yanına, Westminster'e gidecekti.

    Ama elinde bir şeyle girmek istiyordu içeri. Çiçek olabilir miydi? Evet çiçek götürmeliydi, altın konusunda kendi zevkine güvenemiyordu; hangisi olursa olsun, bir vesileyle bolca çiçek götürülebilirdi, güller, orkideler; öğle yemeğinde Peter'den söz edildiğinde Clarissa'nın adı etrafında oluşan o duygu; bu konudan hiç söz etmemişlerdi ikisi; yıllardır etmemişlerdi; bu da dünyanın en büyük hatası, diye düşündü Richard, elindeki kırmızı ve beyaz gülleri (ince kâğıda sarılı kocaman bir buket) sıkıca tutarken. Öyle bir zaman gelir ki insan hiç söyleyemez; utanır söyleyemez, diye düşündü, bozuk paraları cebine atıp kocaman buketi göğsüne bastırdı, Westminster'e doğru yola koyuldu, çiçekleri uzatıp açık seçik (Clarissa ne düşünürse düşünsün), "Seni seviyorum," diyecekti. Neden olmasın? Savaşı düşününce mucizelere inanıyordu, binlerce zavallı adam, daha önlerinde yaşayacakları koca bir hayat varken, kürekle süpürülüp toplanmışlardı, neredeyse unutulmuşlardı; mucizeydi bu. İşte Clarissa'ya açık seçik onu sevdiğini söylemek üzere Londra'da yürüyordu. Hiç söylemeyiz bunu, diye düşündü. Kısmen tembellikten, kısmen utangaçlıktan. Ve Clarissa, onu düşünmek kolay değildi; ancak birden irkilince düşünüyordu onu, tıpkı öğle yemeğinde gözünün önüne gelince olduğu gibi, bütün hayatları gelmişti gözünün önüne. Kavşakta durdu; yalın yaradılışlı bir insandı, zevk ve eğlence düşkünü değildi, çünkü gençliğinde serserilik etmişti, gezip dolaşmıştı; azimli ve inatçıydı, ezilenleri savunmuş, Avam Kamarası'nda içinden geldiği gibi hareket etmişti; yalın yapısını korumuş, ama aynı zamanda sertleşmiş, kendini ifade edemez hale gelmişti; Clarissa ile evlenmesinin bir mucize olduğunu yineledi; bir mucizeydi – hayatım bir mucizeydi, diye düşündü; karşıya geçmekte kararsız kalırken. Ama Piccadilly'de tek başlarına karşıdan karşıya geçen beş-altı yaşındaki ufaklıkları görünce aklı başından gitti. Polis trafiği durdurmuş olmalıydı. Londra polisini gözünde büyütmüyordu. Aslında onların yanlış uygulamaları hakkında kanıt topluyordu; el arabalarını sokağa koymaları yasak olan seyyar satıcılar; ve fahişeler, ulu Tanrı'm, suç onlarda değildi, gençlerde de değildi, bizim berbat toplum düzenimizdeydi vs; karısına onu sevdiğini söylemek üzere gri elbisesiyle, kararlı, şık, temiz bir halde parktan geçerken, bütün bunları düşündü, böyle düşündüğü yüzünden okunuyordu.

Mrs. DallowayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin