XIV

28 3 1
                                    

  Uygarlığın zaferlerinden biri, diye düşündü Peter Walsh, ambülansın ince, tiz sireni duyulurken, uygarlığın zaferlerinden biri. Hızla hastaneye doğru yol aldı bembeyaz ambülans, zavallının birini gecikmeden, insana yakışır şekilde almış olmalıydı; başına bir darbe alan biriydi belki, ya da hastalığın çökerttiği biri, bir-iki dakika önce şu kavşaklardan birinde araba çarpmış biri de olabilirdi, herkesin başına gelebileceği gibi. Uygarlıktı bu. Londra'daki bu beceriklilik, örgütlenme, dayanışma Doğu'dan döndüğünde dikkatini çekmişti. Bütün arabalar kendiliğinden yol veriyordu ambülansa geçmesi için. Belki de marazi bir şeydi bu; içinde zavallı birini taşıyan bu ambülansa gösterilen saygı dokunmuyordu muydu insana – telaşla evlerine koşturan adamlar yanlarından ambülans geçerken karılarını akıllarına getiriyorlardı ya da başında bir doktor ve hemşireyle orada uzanmış yatan kişinin pekâlâ kendileri de olabileceğini düşünüyorlardı... Ama düşünmek hastalıklı bir hal alabiliyordu, duygusallaşabiliyordu insan, hemen doktorlar, cesetler getirebiliyordu gözünün önüne; görsel etkinin üzerine binen küçük bir zevk pırıltısı ve şehvete benzer bir şey bunlara devam edilmemesi için uyarıyordu kişiyi, yoksa yaratıcılık da mahvolurdu arkadaşlık da. Doğru. Yine de, diye düşündü Peter Walsh, ambülans köşeyi dönerken, kesintisiz çalan sirenin berrak, tiz sesi bir sonraki sokağın ucuna, hatta Tottenham Court Yolu'ndan geçerken daha da öteye kadar duyulurken, yalnızlığın ayrıcalığı bu; yalnız başınayken insan ne isterse yapabilirdi. Kimse görmezken ağlayabilirdi. Hint-İngiliz toplumunda onu mahveden bu olmuştu – bu hassasiyet; doğru zamanda ağlamamak, ya da gülmemek. Posta kutusunun yanında dururken, içimde var bu, diye düşündü, gözyaşlarına boğulabilirim şimdi. Nedenini Tanrı bilir. Güzellik olmalı, ve Clarissa'ya yaptığı ziyaretle başlayan günün sıcağıyla, yoğunluğuyla onu bitkin düşürmesi; ikisinin bulunduğu derin, karanlık, kimsenin bilmediği mahzene izlenimleri peş peşe damlamıştı. Kısmen bu yüzden, hayatın mutlak ve nüfuz edilemez sırrı yüzünden, onu bilinmeyen bir bahçe gibi görmüştü, köşelerle ve dönemeçlerle doluydu, şaşırtıcıydı, evet; insanın nefesini kesiyordu bu anlar; British Museum'un karşısındaki posta kutusunun yanında dururken her şeyin birleştiği o anlardan biri üstüne geliyordu işte; bu ambülans; hayat ve ölüm. Sanki kapıldığı duygular onu alıp çok yükseklerdeki bir dama taşımıştı ve geri kalan kısmı deniz kabuklarının saçıldığı beyaz bir sahil gibi bomboş kalmıştı. Hint-İngiliz toplumunda onun mahvına neden olmuştu bu – bu hassasiyet.

    Bir keresinde Clarissa'yla birlikte bir otobüsün üst katında bir yere gitmişlerdi, yüzeysel de olsa, kolayca duygulanan, kâh umarsızlığa düşen kâh keyfi yerine gelen Clarissa, o günlerde kıpır kıpırdı, çok iyi bir arkadaştı, otobüsün üst katından tuhaf küçük olayları, adları, insanları görüverirdi; Londra'yı keşfederlerdi ve Kaledonya pazarından içi hazine dolu torbalarla dönerlerdi –o günlerde Clarissa'nın bir tezi vardı– bütün gençler gibi onların da bolca tezi olurdu. Tatmin olmamanın verdiği duyguyu açıklamak içindi; insanları tanımamanın; tanınmamanın. Birbirlerini nasıl tanıyabilirlerdi ki? Her gün karşılaşırdınız, ama sonra altı ay ya da yıllar boyunca görüşmediğiniz olurdu. İnsanları bu kadar az tanımanın tatminsizlik yarattığı görüşünde birleşiyorlardı. Shaftesbury Caddesi'nde giden otobüste otururlarken, ama, demişti Clarissa, kendimi her yerde hissediyorum ben; "burada, burada, burada" değil deyip eliyle koltuğunun arkasına vurmuştu; her yerde. Shaftesbury Caddesi'nde giderlerken el sallamıştı. Bunların hepsiydi Clarissa. Onu ya da herhangi birini tanımak için onu tamamlayan insanlar aranıp bulunmalıydı; hatta yerler bile. Hiç konuşmamış olduğu insanlarla arasında tuhaf bir yakınlık kuruyordu, sokaktaki bir kadınla örneğin, bir tezgâhın gerisindeki adamla – hatta ağaçlar ya da ahırlarla bile. Clarissa'nın ölüm korkusuyla birleşince bütün bunlar, deneyüstü bir tezle son buluyordu, görüntülerimiz, yani görünen kısmımız, öteki, çevreye yayılan, görünmeyen kısmımızla kıyaslanınca çok geçici olduğuna göre, görünmeyen kısım hayatta kalabilirdi, şu ya da bu kişiyle birleşerek kurtulabilirdi ya da ölümden sonra bazı yerleri belki... evet belki ziyaret bile edebilirdi, buna inanıyordu ya da (bütün kuşkuculuğuna rağmen) inandığını söylüyordu.

Mrs. DallowayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin