XVI

22 2 0
                                    

  Cennetin bütün kuşlarının göründüğü sarı perde hafifçe havalandı, sanki salona bir sürü kanat girmişti, içeri girdiler, sonra tekrar dışarı çekildiler. (Çünkü camlar açıktı.) Acaba cereyan mı var burada, diye düşündü Ellie Henderson. Üşütürdü hep. Ama onu kaygılandıran kendisinin ertesi gün aşağı inerken aksıracak olması değildi; onun düşündüğü çıplak omuzlu kızlardı, yaşlı babası onu hep başkalarını düşünmeye alıştırmıştı da ondan, Bourton'un eski rahibiydi babası, sakattı ama artık hayatta değildi; zaten Ellie Henderson'un soğuk algınlığı göğsüne inmezdi hiç. Onun düşündüğü kızlardı, omuzları çıplak genç kızlar, kendisi ömür boyu sıska kalmıştı, şimdi, ellisini geçtikten sonra hafif bir ışığın arasından, kendini ihmalle geçen yılların ardından belirginleşen, ama insanı bunaltan nezaketiyle yeniden kararan bir şey, paniğe varan korkusu kendini göstermeye başlamıştı, üç yüz poundluk geliri ve çaresizliğiydi bunun nedeni (bir tek kuruş bile kazanamıyordu) iyice ürkekleşmiş, her geçen yıl, bu tür davetlere mevsim boyunca her gece katılan, hizmetçilerine "şunu şunu giyeceğim" demekle yetinen –Ellie Henderson ise sinir içinde koşup pembe çiçekler alıyor, yarım düzine, sonra da eski siyah elbisenin üstüne bir şal atıyordu– iyi giyimli insanlarla buluşamayacak duruma gelmişti. Clarissa'nın partisine son anda davet edilmişti. Pek de sevinmemişti bu duruma. Ona öyle geliyordu ki Clarissa bu yıl kendisini davet etmeyi düşünmemişti.

    Hem neden davet etsindi ki? Birbirlerini eskiden beri tanımaları dışında gerçekten de bir neden yoktu. Aslında kuzendiler. Ama doğal olarak birbirlerinden epeyce uzaklaşmışlardı, nedeni Clarissa'nın çok sevilen biri olmasıydı. Bir partiye gitmek Ellie Henderson için bir olaydı. Salt güzel kıyafetleri görmek bile bir zevkti. Elizabeth değil miydi şu, büyümüş, saçları modaya uygun biçimlendirilmiş, pembe elbiseli kız? Yine de on yedisinden fazla değildi herhalde. Çok, çok güzeldi. Ama kızlar ilk kez toplum içine çıktıklarında eskiden olduğu gibi beyaz elbise giymiyorlardı. (Edith'e anlatabilmek için her şeyi aklında tutmalıydı.) Kızlar üstlerine sımsıkı oturan, etekleri ayak bileklerinin epeyce yukarısında kalan düz elbiseler giyiyorlardı. Hiç de yakışmıyor, diye düşündü.

    Uzağı seçemiyordu gözleri, boynunu iyice öne doğru uzattı Ellie Henderson, konuşacak birini bulmamak pek umurunda değildi (burada tanıdığı kimse yok sayılırdı), orada izleyebileceği ilginç kişiler vardı; siyasetçiydiler herhalde; Richard Dalloway'in arkadaşları; ama o zavallı yaratığın bütün gece orada bir başına dikilip durmasına göz yumamayacağını hissetti Richard.

    "Eh, Ellie, sen nasılsın bakalım?" dedi her zamanki gibi güleryüzle ve heyecanlanan, yüzü kızaran ve onun gelip kendisiyle konuşmasının son derece nazik bir davranış olduğunu hisseden Ellie Henderson, çoğu kişinin soğuktan ziyade sıcaktan rahatsız olduğunu söyledi.

    "Evet, öyle," dedi Richard Dalloway. "Evet."

    Söyleyecek başka bir şey gelmedi aklına.

    "Merhaba Richard," dedi biri, onu dirseğinden tutarak, şu işe bakın, Peter'di bu, eski dost Peter Walsh. Onu gördüğüne çok sevinmişti – ne zaman görse sevinirdi! Hiç değişmemişti. Ve birlikte oradan uzaklaştılar, salonun öbür ucuna doğru yürüdüler, sanki uzun zamandır görüşmüyormuş gibi birbirlerinin sırtını sıvazlıyorlar, diye düşündü Ellie Henderson, onların gidişini izlerken; o adamın yüzü hiç yabancı gelmiyordu. Uzun boylu, orta yaşlıydı, esmerdi, güzel gözleri vardı, gözlük takıyordu, John Burrows'u andırıyordu. Edith mutlaka tanırdı onu.

    Cennet kuşlarıyla süslü perde yine havalandı rüzgârda. Ve Clarissa Ralph Lyon'ın perdeyi geri iterek konuşmaya devam ettiğini gördü. Demek ki başarısız olmayacaktı. Artık partide her şey yolunda gidecekti. Başlamıştı. Yoluna girmişti. Ama hâlâ son dakikada gelenler vardı. Şimdilik orada durup beklemeliydi. İnsanlar telaşla gelir gibiydiler.

Mrs. DallowayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin