V

41 6 0
                                    

    Güneşi gölgeleyen bulut gibi bir sessizlik çöker Londra'ya; ve gönüllere. Çabalar biter. Zaman, yelken direğinde çırpınır. Orada dururuz; orada kalırız. Kaskatıyızdır, insanın bedenini sadece alışkanlıkların iskeleti dik tutar. İçimizde hiçbir şey yok, dedi Peter kendi kendine; içinin oyulduğunu, bomboş kaldığını hissediyordu. Clarissa beni reddetti, diye düşündü. Orada dururken Clarissa beni reddetti diye düşündü. A, diyordu sanki St. Margaret'in çanı, tam saatinde evinin salonuna girip konukların çoktan gelmiş olduğunu gören bir ev sahibesi gibi. Ben gecikmedim ki. Yo, saat tam yedi buçuk, diyor. Tamamıyla haklı olmasına rağmen, ev sahibesi olduğu için kişiliğini yansıtmaktan uzak sesi. Geçmişe yönelik bir keder, şimdiye duyulan kaygı o sesi frenliyor. Saat on bir buçuk diyor kadın ve St. Margaret'in sesi kalbin kuytularına kayıyor, ses halkalarının arasına gizleniyor, tıpkı itirafta bulunmak, kendini açmak, zevkten titreyerek huzura kavuşmak isteyen canlı bir şey gibi – tam saatinde beyaz elbisesiyle merdivenden inen Clarissa gibi, diye düşündü Peter Walsh. Clarissa'nın kendisi, diye düşündü, duygulanarak ve onu olağanüstü berrak ama yine de anlaşılmaz bir şekilde hatırlayarak, sanki bu çan yıllar önce duyulmuştu salonda, orada ikisi büyük bir yakınlık ânının içinde otururlarken, birinden ötekine gitmişti çan, sonra bal toplamış bir arı gibi o anla yüklü olarak ayrılmıştı oradan. Ama hangi salondu? Hangi andı? Çan çalarken Peter neden o kadar mutlu olmuştu? St. Margaret'in çanının sesi azalırken, Clarissa hastaydı, diye düşündü, ve çanın sesi bitkinlik ve ıstırap anlamına geldi. 

    Kalbiydi, diye hatırladı Peter; çanın son vuruşunun gürültüsü hayatın ortasında şaşırtarak gelen ölümü duyurdu, Clarissa evinin salonunda, olduğu yere yığılıyordu. Hayır! Hayır! diye haykırdı Peter. Ölmedi o! Ben yaşlı değilim, diye bağırdı, ve sanki kendi geleceği büyük bir güçle, bitmek tükenmek bilmeden üzerine geliyormuş gibi Whitehall'dan yukarıya yürüdü. Yaşlı filan değildi, ne inatçıydı ne de kurumuş. Kendisi hakkında Dalloway'lerin, Whitbread'lerin filan söylediklerine aldırıp aldırmadığına gelince, umurunda bile değildi (aslında bir ara, bir işe girebilmesi için Richard'dan yardım istemek zorunda kalacaktı.) Geniş adımlarla yürüdü, etrafı seyretti, Cambridge Dükü'nün heykeline baktı. Doğruydu – Oxford'dan atılmıştı. Doğruydu – Sosyalistti, bir anlamda başarısız biriydi. Yine de uygarlığın geleceği böyle gençlerin ellerinde, diye düşündü. Kendisinin otuz yıl önceki haline benzeyen gençlerin; soyut ilkeleri seven; ta Londra'dan Himalayalar'ın tepesindeki bir yere kitaplar getirten; bilim okuyan; felsefe okuyan. Gelecek böyle gençlerin ellerinde, diye düşündü. Bir ormandaki yaprakların pıtırtısına benzeyen bir pıtırtı geldi arkadan, onunla birlikte hışırtılı, düzenli, tok bir ses, Peter'in yanından geçerken düşüncelerini tokmaklayınca, Whitehall'dan yukarı giderken, ister istemez onların yürüyüşüne uydurdu düşüncelerini. Silah taşıyan üniformalı çocuklar gözlerini ileriye dikmiş yürüyorlardı, kolları dimdikti, yüzlerindeki ifade bir heykelin kaidesine yazılı olan, görevi, minneti, sadakati, İngiltere'ye duyulan sevgiyi öven bir yazıyı andırıyordu. Onlarla birlikte uygun adım yürümeye başlayan Peter, çok mükemmel bir eğitim, diye düşündü. Ama pek dirençli görünmüyorlardı. 

    Çoğu sıskaydı, on altılık çocuklar, belki yarın tezgâhların üzerindeki pirinç kavanozlarının, sabun kalıplarının arkasına geçeceklerdi. Şimdi şehvani zevklere ya da gündelik kaygılara karışmamış halde Finsbury Pavement'tan boş mezara götürdükleri çelengin vakarı vardı üzerlerinde. Ant içmişlerdi. Trafik saygı gösteriyordu buna; kamyonetler durdurulmuştu. Onlara ayak uyduramıyorum, diye düşündü Peter Walsh, gençler Whitehall'da ilerlerken, dimdik, düzgün adımlarla yürüyorlardı, yanından geçtiler, herkesin yanından geçtiler, uygun adım, sanki onların dışında bir güç bacaklarını ve kollarını uyum içinde çalıştırıyordu ve çeşitliliğiyle, gürültüleriyle hayat, anıtlardan ve çelenklerden oluşan bir kaldırımın altına konmuş, uyuşturulup katı ama dik dik bakan bir cesede dönüştürülmüştü. Saygı duyulmalıydı buna; gülebilirdiniz; ama saygı duyulmalı, diye düşündü Peter. İşte gidiyorlar, diye düşündü Peter Walsh, kaldırımın kenarında duraklayarak; ve yüksekteki bütün o heykeller, Nelson, Gordon, Havelock, büyük askerlerin kapkara, gösterişli imgeleri gözleri karşıya dikili duruyorlardı, sanki onlar da aynı özveride bulunmuşlardı (Peter Walsh kendisinin de aynı özveride bulunduğunu hissediyordu), aynı şekilde içgüdülerine uymuşlardı ve sonunda mermer bakışlara kavuşmuşlardı. Peter Walsh asla böyle bakışlara sahip olmak istemiyordu; ama başkalarında saygı gösteriyordu buna. Çocuklarda olunca da saygıyla karşılıyordu. Tenin dertlerini henüz tanımıyorlar, diye düşündü, yürüyen gençler Strand yönünde gözden kaybolurlarken – başımdan geçen onca şeyden sonra, diye düşündü, karşıdan karşıya geçip Gordon'un heykelinin altında dururken, çocukken taptığı Gordon'un; bir bacağı havada, kollarını kavuşturmuş tek başına duran Gordon – zavallı Gordon, diye düşündü. Londra'da olduğunu Clarissa dışında henüz kimse bilmiyordu, yolculuğundan sonra kara gözüne hâlâ bir ada gibi görünüyordu, tek başına, kanlı-canlı, tanınmadan, saat on bir buçukta Trafalgar Meydanı'nda durmanın garipliği çöktü üstüne. Nedir bu? Neredeyim ben? İnsan ne diye yapar bunu? diye düşündü, boşanma işi saçmalık gibi görünüyordu gözüne şimdi. Ve zihni bataklık arazi gibi dümdüz oldu, üç büyük duygu kabardı içinde; anlayış; büyük bir insan sevgisi; ve sonunda, ötekilerin sonucuymuş gibi, bastıramadığı, şiddetli bir zevk; sanki beyninin içinde bir başka el ipleri çekiyordu, kepenkler açılıyordu ve bunları yapan kendisi olmasa da keyfince yürüyebileceği bitimsiz caddelerin başında duruyordu yine de. Yıllardır kendini böyle genç hissetmemişti. 

Mrs. DallowayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin