XIII

30 3 0
                                    

  Hafif bir esinti (sıcağa rağmen hava epeyce rüzgârlıydı) güneşin ve Strand'in üzerini ince, siyah bir tülle kapladı. Yüzler soldu; otobüsler ansızın parıltılarını yitirdiler. Bulutlar beyaz dağ kütlelerine benziyorlardı, insan eline bir balta alsa onlardan sert parçalar kopartabilirdi sanki, altın rengi geniş yamaçları gökteki zevk bahçelerinin çimenleriyle kaplıydı, dünyanın üstünde tanrıların konferansı için toplanmış yerleşim yerleri gibiydiler, yine de sürekli hareket halindeydiler. Aralarında işaretleşiyorlardı, önceden tasarlanmış bir planı uygulamak istercesine kâh doruklardan biri küçülüyor, kâh konumunu bozmamış olan kocaman, üçgen bir blok ortaya kayıyor ya da tören alayının önüne düşüp onu demir atacağı yeni yerlere götürüyordu. Bulundukları yere sabitlenmiş, tam bir uyum ve huzur içinde görünseler de, üstünkörü bakıldığında hiçbir şey o kar beyazı ya da altın ışıklarla parıldayan yüzeyden daha taze, daha özgür, daha duyarlı olamazdı; değişebilirler, gidebilirler, bu ciddi toplantıyı hemen dağıtabilirlerdi; bu sabitliklerine, dirençliliklerine ve dayanıklılıklarına rağmen, kâh aydınlığa boğuyorlardı yeryüzünü kâh karanlığa.

    Sakince ve becerikli hareketlerle Westminster otobüsüne bindi Elizabeth Dalloway.

    Kâh duvarları griye, kâh muzları parlak sarıya, kâh Strand'i griye, kâh otobüsleri parlak sarıya boyayan ışığın ve gölgenin gidip geldiğini, işaret edip kendisini çağırdığını düşündü, oturma odasındaki kanepede yatan Septimus Warren Smith; incelmiş altın rengin, canlı bir yaratığın şaşırtıcı duyarlığıyla güllerin, duvar kâğıdının üzerinde parlayıp solmasını gözledi. Dışarıda ağaçlar yapraklarını havanın derinliklerinde ağ gibi sürüklüyorlardı; suyun sesi odanın içindeydi, dalgaların arasından kuş cıvıltıları duyuluyordu. Doğanın güçleri hazinelerini Septimus'un başına akıtıyorlardı, eli kanepenin sırtında duruyordu, denize girdiğinde, dalgaların üzerinde süzülürken de öyle görmüştü elini, uzaklardaki sahilde köpeklerin derinden gelen havlamalarını duyuyordu. Artık korkma diyor bedenin içindeki yürek; artık korkma.

    Korkmuyordu. Doğa her an, duvarda –şurada işte, şurada, şurada– dolaşan o altın benek gibi neşeli bir işaretle, tüylerini savurarak, buklelerini sallayarak, örtüsünü şuraya buraya uçurarak, güzelce, hep çok güzel bir biçimde, ve çukurlaştırdığı avuçlarının arasından Shakespeare'in kelimelerini soluyabilmek için yanı başında durarak, anlamını dışa vurmak konusundaki kararlılığını belli ediyordu.

    Masada oturmuş, ellerinin arasındaki şapkayı döndüren Rezia onu gözlüyordu; gülümsediğini gördü. Demek ki mutluydu. Ama onu gülümserken görmeye tahammül edemiyordu Rezia. Evlilik değildi bu; insanın kocası böyle tuhaf görünür müydü, hep irkilir, güler, saatlerce konuşmadan oturur ya da karısının kolunu yakalayıp yazsana der miydi. Masanın çekmecesi böyle yazılarla doluydu; savaş hakkında; Shakespeare hakkında; büyük keşifler hakkında; ölüm diye bir şey olmadığı hakkında. Son zamanlarda durup dururken heyecanlanır olmuştu (hem Dr. Holmes hem de Sir William Bradshaw onun için en kötü şeyin heyecanlanmak olduğunu söylemişlerdi), ellerini sallıyor, gerçeği biliyorum, diye bağırıyordu! Her şeyi biliyordu! Şu adamın, öldürülen arkadaşı Evans'ın geldiğini söylüyordu. Paravanın gerisinde şarkı söylüyormuş. Septimus bunları söylerken Rezia da yazıyordu. Bazıları çok güzeldi, kimileriyse baştan aşağı saçmalık. Septimus yarıda duruyor, fikir değiştiriyordu; ya bir şey eklemek istiyor, ya da yeni bir şey duyuyordu; bir elini havaya kaldırıp kulak veriyordu. Ama Rezia hiçbir şey duymuyordu.

   Bir keresinde odayı temizleyen kızı bu yazılardan birini kahkahalarla okurken bulmuşlardı. Korkunç bir talihsizlikti. Çünkü Septimus insanların acımasızlığına, birbirlerini böyle perişan etmelerine ağlamıştı. Düşene, demişti, bir tekme de insanlar vuruyor. "Holmes tepemize biniyor," deyip Holmes'la ilgili hikâyeler uydururdu; lapa yiyen Holmes; Shakespeare okuyan Holmes; bunları anlatıp kahkahadan kırılırdı ya da öfkeden köpürürdü, çünkü Dr. Holmes onun gözünde korkunç bir şeyin simgesiydi. "İnsan doğası" diyordu ona. Bir de gördüğü hayaller vardı Septimus'un. Boğulduğunu söylerdi, bir kayanın üzerinde yatıyormuş güya, başının üstünde martılar çığlık çığlığa uçuşuyormuş. Kanepenin kenarından eğilip aşağıdaki denize bakardı. Ya da müzik sesi duyardı. Aslında duyduğu bir laterna ya da sokakta bağıran bir adamdı. "Çok güzel!" diye haykırırdı, gözyaşları yanaklarından aşağı yuvarlanırken, Rezia için en korkuncu buydu, savaşa katılmış, cesaret göstermiş Septimus gibi bir adamı ağlarken görmek. Öylece yatar, etrafa kulak verir, sonra ansızın düşüyorum diye bağırırdı, alevlerin içine düşüyorum! O kadar inandırıcıydı ki Rezia gerçekten de alevleri arardı gözleriyle. Ama hiçbir şey göremezdi. Odada yalnızdılar. Rüya gördün, derdi Septimus'a, onu sakinleştirirdi, ama bazen kendisi de korkuya kapılırdı. Oturmuş dikiş dikerken içini çekerdi.

Mrs. DallowayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin